Ana SayfaYazarlarDâvâ ve kendini feda etmek

Dâvâ ve kendini feda etmek

 

Bir dâvâ uğruna kendini feda etme duygusunun, pozitivist dünya görüşüyle ve ideolojiyle ilişkisi üzerinde durmak istiyorum.

 

Toplum, elementlerini insanların oluşturduğu bir sistemdir. Nasıl çok hücreli bir organizma elementlerini hücrelerin oluşturduğu bir sistemse, toplum da insanlardan oluşan bir sistem.[1]

 

Peki, insan ve hayvan, bunların her ikisi de çok hücreli organizmalar; bir hayvanlar topluluğu olan sürü ile insan toplumu arasındaki fark ne?

 

İnsan, üretme yeteneğiyle hayvandan ayrılıyor. Hayvan, çevre karşısında duyusal reaksiyonlarıyla hayatta kalma mücadelesi vererek varlığını sürdürürken, insan, buna ilâveten bilişsel bir faaliyetle üreterek varoluyor. O halde, işin özü gelip üretim faaliyetine dayanmakta. Çünkü üretim faaliyeti, bütün hayvanlarda ortak olan duyusal faaliyet ve yeteneklerin ötesinde. bilişsel (cognitive) bir yeteneğe dayanıyor. Bu, bireysel değil kollektif olmasını da gerektirmekte. Yani ancak üretim ilişkileriyle birbirlerine bağlı olan insanlar tarafından yapılabilir. Başka bir deyişle üretim, belirli bir hedefe ulaşmak için tasarlayarak problem çözmeye dayanan toplu bir faaliyet. İnsanlar ve toplumlar ancak bu tür bir yaratıcı faaliyet içinde, duyusal benliklerinin yanı sıra bilişsel bir benlik de edinerek varolurlar (gerçekleşirler). Adına “sürü” dediğimiz hayvan topluluğu ile elementlerini insanların oluşturduğu insan toplumu arasındaki en önemli fark buradadır.

 

Bilişsel faaliyette bulunabilme yeteneği ise, nörobiyolojik düzeyde, prefrontal korteks adı verilen “önbeyin”in gelişimiyle ilgili bir olay olduğu için,  bu durumda insan, daha o ilk andan itibaren, bir yandan kendi içindeki biyolojik hayvana ait duyusal varlığı ve kimliğiyle yaşamı devam ettirme mücadelesi verirken, diğer yandan da (tıpkı iki katlı bir bina gibi) üst katta  yer alan önbeyindeki bilişsel işlem yapabilme yeteneğiyle üreterek ve üretim faaliyeti içinde kendini yaratarak vücut buluyor.

 

Şimdi, insanın bu iki katlı biyolojik yapısını temel alarak, bir dâvâ uğruna kendini feda etme duygusuna eğilebiliriz.

 

Örneğin tek bir arı, bir arılar topluluğunun  (kovanının) varlığı söz konusu olduğunda hiç düşünmeden “kendini feda” eder, çünkü onun bireysel varlığı tamamen sürünün varlığına bağlıdır. Kendini “feda” eylemi, önbeyin olmadığı için, tamamen bilinç dışı bir duyusal reaksiyondan kaynaklanıyor.

 

Sıra insana geldiğinde ise olay hiç o kadar basit değil. Çünkü bir insanın içinde yaşadığı toplum için (toplumsal varlık için) kendini (bireysel varlığını) feda edebilmesinin yolu, onun bilişsel işlem mekanizmasının da buna onay vermesinden geçiyor. Ancak toplumsal varoluşu tehdit eden (veya tehdit ettiğine inanılan) çok önemli objektif bir tehlike söz konusuysa, insan aynı zamanda kendi bireysel varlığını da korumak uğruna toplum için kendini feda edebilir.

 

Peki, ideoloji bu işin neresinde ve nasıl devreye giriyor? Soru şu:  İnsanlar her durumda, sahip oldukları bilişsel yetenekleri en iyi şekilde  kullanarak mı karar verirler?

 

Hayır. Hayır, çünkü  işin bir de duygusal kimlik oluşturma yanı, yani ideolojik yanı var. Bu durumda, yani duygusal kimliğinin bilişsel mekanizmaları kontrol altına aldığı durumlarda insan, tıpkı bir arı gibi kendini otomatik olarak feda etme yoluna girebilir. Ama tabii bunun için önce, duygusal kimlik oluşturma sürecinin ürünü olan ideolojinin (inancın), onu bireysel varlığının ne kadar önemsiz olduğu konusunda ikna etmesi gerekir. Bunun  yolu ise, ideoloji adı verilen o hazır nöronal programın, bilişsel düşünme ve bilgi üretme süreçlerinin gerçekleştiği önbeyni bloke etmesinden, devre dışı bırakmasından geçiyor.

 

Sınıflı toplumlarda ideoloji, şu veya bu sınıfın (veya, kendisi de bir sınıflı toplum gerçekliği olan devletin), dış dünyaya, başka toplumlarla ilişkilere, toplumdaki diğer sınıf ve tabakalara, olaylara ve süreçlere, kendi bireysel varoluş eksenini, “kendisi için” varlığını temel alan bakış açısıdır. Kendisine ve dış dünyaya , kendi varoluş zeminine yerleştirdiği koordinat sisteminden baktığı zaman görünenlerin (oluşan fikirlerin) sistematize olmasıyla ortaya çıkan paradigmatik dünya görüşüdür.

 

Sınıflı toplumlar süreci içinde ideolojiler ve inanç sistemleri, bireylerin objektif ve rasyonel bilişsel işlem yapabilme yeteneğini bloke eden, bilişsel işlem yeteneğini ve bilişsel benliği kontrol altına alan “virüs” programlara dönüşür.

 

İdeoloji yaratma ve benimseme sürecinde kendisini “mutlak gerçeklik” olarak görerek yola çıkan “ben,” sonunda, kendi iradesiyle yarattığı o ideolojinin içinde birey olarak kendi varlığını da yok etmiş,  bu anlamda kendini inkar etmiş olur. Çünkü bir sınıf, ya da devlet ve bunların ideolojik kimlikleri söz konusu olduğunda, bunların yanı sıra bir de  özgür bireye yer kalmaz. Çoğu ideoloji ve inanç sistemi, sonunda bireyi ve bireysel varoluş iradesini kendine en büyük düşman görüp onu yok ederek gelişmeye çalışır. Birey, ait olduğu sınıfın veya devletin varlığının içinde kaybolup gitmiştir. Ama o (yani birey) bu işi  ideolojiyi benimseme sürecinde “kendi iradesiyle” yapıyor göründüğü için, bu “yokoluş” onda “kendini feda etme” bilinci şeklinde gerçekleşir. Aynı durum dinsel ideoloji ve inanç sistemleri için de geçerlidir. Burada da birey, o büyük tanrısal irade içinde varlığının hiçbir değeri olmayan bir “kul”dan başka bir şey değildir.

 

İdeoloji olayının pozitivist-popülist dünya görüşüyle olan ilişkisine gelince….[2] Bireyi yok ederek kendine alan açmaya çalışan bütün ideolojiler, son tahlilde, pozitivist  dünya görüşüne zemin teşkil eder. Bu da pratikte, toplumu yukardan aşağıya doğru değiştirmeye yönelik “sol” ya da “sağ” popülist bir  toplum mühendisliği faaliyeti olarak karşımıza çıkar. Buna karşılık bilgi toplumuna gidiş süreci, artık hiçbir ideoloji için “kendini feda etmeye” gerek bırakmamaktadır.

 

 

 

 

 


[1] http://www.aktolga.de/m52.pdf

[2] http://www.aktolga.de/t8.pdf

- Advertisment -