Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDavutoğlu AK Parti-CHP koalisyonunu kurabilseydi, Gül Cumhurbaşkanı olsaydı?

Davutoğlu AK Parti-CHP koalisyonunu kurabilseydi, Gül Cumhurbaşkanı olsaydı?

Siyasette maksimalizmin ve özcülüğün muhtemel maliyetleri, ancak ortalık soğuduktan sonra anlaşılır. Varılan nokta ile maksimalizmin ve özcülüğün tuzağına düşülmeseydi ortaya çıkacak sonuç karşılaştırıldığında çekilen ‘ah vah’ların yüksekliği, düşülen tuzağın derinliğini gösterir. Türkiye, tek adam yönetimi iyice kökleşmeden önce bu ‘ateşli’ çocukluk hastalıkları yüzünden çok büyük iki fırsatı kaçırdı.

Şimdi unuttuk, isterseniz açın bakın, AK Parti’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde kuruluşundan beri ilk defa tek başına hükümet kuracak parlamento çoğunluğunu elde edememesi, başlangıçta AK Partililerin bile çoğunda bir ferahlama duygusu yaratmıştı. Çünkü toplumda giderek derinleşme istidadı gösteren ve insanları huzursuz eden kutuplaştırma siyasetine böylece hiç beklenmedik bir alternatif çıkmıştı.

Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, şimdi tam olarak ortaya çıktığı, fakat o zaman da görmek isteyenin hemen göreceği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a rağmen CHP ile koalisyon kurmak istiyordu. (Meşhur istikşafi görüşmeler dönemi).

O günlerde yazılıp çizilenlere şöyle bir bakıldığında, Erdoğan’ın yönetim tarzı ve gelecek planlarıyla sorunu olan AK Partililerin koalisyonu desteklemeleri ilginç bir nokta olarak öne çıkıyor.

O dönemin etkili mecrası Al Jazeera Türk, “AK Parti’yi kuran isimler CHP ile koalisyon istiyor” başlığı altında toparladığı haberde kimlerin koalisyon istediğini şöyle listelemiş: Nihat Ergün, Mehmet Ali Şahin, Hüseyin Çelik, Nimet Baş, Nihat Zeybekçi, Sadullah Ergin.

Neden desteklemişler peki? Onu da Nihat Ergün ve Nimet Baş’ın sözleriyle özetleyelim:

Nihat Ergün (eski sanayi bakanı): “Seçim atmosferinde söylenen aşırı, yaralayıcı ve maksadını aşan sözlerin oluşturduğu duygusal iklimden çıkılabilirse, CHP’nin sözleşme yapma ve sözleşmelere bağlı kalma kültür ve geleneği, yüzde 65’i aşan bir toplumsal taban desteği (ki bu destek yüzde 80’leri de bulabilir), iki büyük partinin koalisyonuna iç ve dış dünyadan ve piyasalardan gelen destek, AB ve Kürt sorununa yaklaşımdaki yakın perspektif, parti tabanlarının birbirinden ayrı olması ve taban kayması endişesinin olmayışı, Alevi vatandaşların sorunlarının çözümü için aralanan kapının çözüm için daha da açılması gibi nedenler sürdürülebilirliğe imkân vermektedir.”

Nimet Baş (eski milli eğitim bakanı): “Türkiye’nin yakıcı problemleri var. Böyle bir dönemde millet olmak gerekir. Millet olmak demek, kederde ve sevinçte bir araya gelebilmek demektir. Bir toplumun bu özelliğini kaybetmesi çok büyük bir risktir. Millet olma duygumuzun en çok pekiştirilmesi gereken dönemdeyiz. Bu yüzden geniş tabanlı siyasi yapının oluşmasını savundum. Yoksa bu özel tercihim değil, siyaseten yakınlık duyma mesele değil. Şartlar tek partinin tek başına siyasetine imkân vermiyor. Bu şartlarda, gerçekçi ve aklıselim olan budur.”

Başlangıçta parti içinde hayli güçlü olan bu eğilim, zamanla Reis’in eğiliminin belirginleşmesiyle birlikte zayıfladı, geriledi.

O esnada CHP’de

AK Parti’de durum böyleyken CHP’de neler oluyordu? CHP’de koalisyona bu netlikte taraftar görünen pek yok gibiydi. Savunur gibi görülenlerin ürkeklikleri çok barizdi. Bunun nedeninin, CHP tabanı içine karıştıklarında yedikleri zılgıt olduğunu kestirmek zor değil. Tabanın hayalini, o sıralarda oy geçişliliği çok yüksek iki partinin HDP destekli koalisyon hayali süslüyordu.

MHP’nin “bize kimse bakmasın, madem ikisi de ‘çözüm’ diyor, kursunlar koalisyonu” deyip kenara çekilmesi de bir şey anlatmadı bu kesime.

Başka hesaplar da vardı. O günlerde CHP’lilerin sözüne itibar ettiği akademisyenlerden Tanju Tosun mesela “Olası bir AK Parti – CHP koalisyonu CHP’nin sosyolojik dokusunda bir daha kolay kolay yapıştırılamayacak yırtıklara yol açabilir” görüşünü savunuyor, CHP’nin AK Parti’yle koalisyondan kesinlikle kaçınması gerektiğini söylüyordu.

Sonuçta olmadı işte. Davutoğlu’nun büyük suçları arasına bu girişimi de katıldı ve bir süre sonra parti dışına atıldı.

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Abdullah Gül’ün ortak adaylığı

15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak ilan eden Erdoğan’ın ne demek istediği kısa süre sonra anlaşıldı: Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu lütfu, ülkeyi denetlenmeyen bir başkan olarak yönetme fırsatı olarak gole çevirdi.

24 Haziran 2018 seçimleri, gidişe dur demek için ikinci ve son bir fırsat olarak geldi muhalefetin önüne. Abdullah Gül’ün muhalefetin ortak adayı olması durumunda seçilme şansının yüksek, onun dışındaki, yani tek tek her partinin kendi adayını çıkartıp ikinci tura bel bağlanması durumunda ise şansın zayıf olduğu belliydi.

Şimdi burada uzun uzun anlatmaya gerek yok; olmadı ve o şans da kaçtı.

Yani Türkiye, tek adam yönetimi iyice kökleşmeden önce bu çocukluk hastalıkları yüzünden çok büyük iki fırsatı kaçırdı.

Siyasette maksimalizmin ve özcülüğün muhtemel maliyetleri, ancak ortalık soğuduktan sonra anlaşılır. Varılan nokta ile maksimalizmin ve özcülüğün tuzağına düşülmeseydi ortaya çıkacak sonuç karşılaştırıldığında çekilen ‘ah vah’ların yüksekliği, düşülen tuzağın derinliğini gösterir.

Mademki ‘varılan nokta’ artık bellidir, o halde varılan nokta ile yukarıda ele aldığımız iki gelişme tam tersi istikamette gerçekleşseydi varılacak noktayı karşılaştırabiliriz. Sorular şöyle:

2015’te AK Parti-CHP koalisyonu kurulsaydı, ülke bugünden daha iyi bir noktada olur muydu olmaz mıydı?

Ve: 2018’de Abdullah Gül cumhurbaşkanı olsaydı ülkü bugünkünden daha iyi bir noktada olur muydu, olmaz mıydı?

Maksimalizm ve özcülük bu iki süreçte ne surette etki yaptı

Bu süreçlerde, ‘en fazlayı, en çok istediğimi alamıyorsam, öbür seçeneklerle ilgilenmem” diyen maksimalist siyasi anlayışın da olumsuz etkisi oldu, fakat asıl etki hiç şüphesiz özcü bakış üzerinden şekillendi.

‘Şey’lerin değişmez ‘töz’lerinin olduğunu vâzeden ‘özcülük’ sık sık siyaset alanında da uç veriyor. Bu yaklaşım özellikle, siyasi rakibiyle mücadelesini, onun yapıp ettiklerinin analizi-eleştirisi üzerinden değil de, bir ajitasyon-propaganda dili üzerinden yürütenlere arayıp da bulamayacakları bir felsefî dayanak noktası sunuyor. Bu sayede, kendisine karşı mücadele yürütülen gücün attığı adımların her birinin analizinin-eleştirisinin yapılması yükünden kurtulunuyor. Buna gerek yoktur, çünkü, o zaten ‘özü’ gereği ‘kötü ve yanlış’tır, dolayısıyla ondan ‘kötü ve yanlış’ olmayan bir şeyin sâdır olması mümkün değildir. Öyleyse yapılması gereken, atılan adım her ne ise onun ‘kötü ve yanlış’ olduğuna dair bir ajitasyon-propaganda kampanyası yürütmektir.

Bu kategorik bakış açısı, tabiatı gereği kendisine karşı mücadele edilen siyasi partinin, akımın vb. aktörleri, kadroları arasında da hiçbir ayrım yapmaz: Hepsi eşit derecede kötüdür.

İşte bu bakış hâkim oldu bu iki sürece: “Davutoğlu’yla Erdoğan arasında ne fark var ki?”, “Abdullah Gül’le Tayyip Erdoğan arasında ne fark var ki?”

Şimdi artık böyle konuşulamıyor ama; çünkü her şey ortadayken böyle konuşana gülerler.

Fakat bunu bugün kabul etmenin, “farklıymışlar demek” demenin bir yararı yok.

Her şey zamanında…

- Advertisment -