“Tunus’ta yaşanan darbeyse Davutoğlu’na olan neydi?”
Bu, gazeteci İsmet Berkan’ın son yazılarından birinin başlığı… Yazının devamında cevabı kendisi “parti içi darbe” diye veriyor. Berkan, “darbe sürecindeki” somut olayları zamanında neden yazmadığını, “Medya maddi manevi çok ağır baskı altındaydı. Böyle bir şeyi yazmak, hem Davutoğlu cephesinin hem de Tayyip Erdoğan cephesinin bir olup saldırmasına neden olabilirdi, o yüzden elimi tuttum, çeşitli imalarla yetindim” diye açıklıyor. Doğrusu ben bu izahı çok yadırgadım.
Yadırgadım diyorum ama bir yandan da Türk basınındaki “baskıdan çekindim, yazmadım” tutumunun ne kadar yaygın olduğunu biliyorum.
Fakat bu yazıda meselenin bu yanı üzerinde durmayacağım. Ben Berkan’ın yazısında ele aldığı başka bir meseleyle ilgiliyim.
İsmet Berkan, Davutoğlu o günleri anlatsın, hatta kitap yazarak anlatsın diyor. Olabilir, bu iyi olur, yaşananları bizzat Davutoğlu’nun kendi ağzından duymak tabii ki önemli, fakat bilelim ki o kitapta Berkan’ın “yazmadım, yazamadım” dediği şeylerden fazlası olmayacak.
Yani olay örgüsünde merak edecek fazla bir şey yok; kartlar açık oynandı ve Davutoğlu istifaya zorlandı. Benim Al Jazeera Türk’teki “Erdoğan süreçleri neden böyle yönetiyor” (11 Mart 2015) başlıklı yazım “darbe sürecinin” içinden yazılmış bir yazıydı ve oradaki örneklerden de anlaşılabileceği gibi Erdoğan süreci “Ya herkes gibi kuklam olursun ya da seni gönderirim” mesajı verecek tarzda yönetiyordu.
Dolayısıyla, Davutoğlu’ndan semptomları, tezahürleri anlatmasını istemek yerine, o dönemde Erdoğan’la Türkiye tasavvurlarının hangi yönde ayrıştığını, neleri tartıştıklarını anlatmasını istemek daha isabetli olur.
Ayrıca Davutoğlu’nun ‘semptomları, tezahürleri’ ayrıntılarıyla anlatması da kolay değil. Benim, Davutoğlu’nun o dönemi ayrıntılarıyla anlatma hevesinin zayıf olmasına dair (Berkan böyle düşünüyor, haklı) çok farklı bir görüşüm var. Fakat bunu hakkıyla anlatabilmem için önce o dönemde yaşananları size özetlemem gerekiyor.
Erdoğan’ın Davutoğlu’nu boş havuza atlatma denemeleri
Berkan, “Medya maddi manevi çok ağır baskı altında” olduğundan, “Böyle bir şeyi yazmak, hem Davutoğlu cephesinin hem de Tayyip Erdoğan cephesinin bir olup saldırmasına neden olabileceği” için izleyip de yazmadığını söylediği olaylar zincirinin ilk halkasının tarihini 2014 Ekim’i olarak veriyor:
“Daha 2014 Ekim ayından başlayarak Davutoğlu-Erdoğan ilişkisinin ne kadar gergin ve Davutoğlu’nun danışmanlarının kelimelendirmesiyle ‘hassas’ olduğunu gözlüyordum…”
İsabetli bir tespit… Berkan, sanırım yolsuzlukla suçlanan dört bakanın Yüce Divan’da yargılanmasıyla ilgili olarak Erdoğan’la Davutoğlu arasındaki anlaşmazlığa işaret ediyor.
Evet, 2014’ün sonbaharında uç veren anlaşmazlık, yılın son günlerinde Davutoğlu’nun dört bakanla konuştuğu, onlardan Yüce Divan’da yargılanıp aklandıktan sonra siyasete dönmelerini istediği haberleriyle doruğa çıktı. İktidar medyası, Davutoğlu’nun böyle bir adımı Erdoğan’a danışmadan atmasına ihtimal vermediği için, Davutoğlu’nun dört bakana yönelik talebini Erdoğan’ın (da) talebi sanmıştı. Dolayısıyla haberleri, böylece partinin üzerindeki şaibenin kalkacağı umuduyla (ve hoşnutlukla) izliyorlardı. Fakat o günlerde Sabah gazetesinde yayımlanan bir manşet, işlerin hiç de zannedildiği gibi olmadığını gösterdi. Manşetteki görüşün sahibinin Erdoğan olduğu açıktı. Şöyle deniyordu tam olarak:
“Yüce Divan tuzağıyla kaos hedefleniyor / Paralel yapı ve işbirlikçileri, 17-25 Aralık darbeleriyle başaramadıkları Türkiye’yi kaosa sürükleme hedefine şimdi de Yüce Divan tezgâhıyla ulaşmaya çalışıyor… Dört eski bakanla ilgili olarak ‘Yüce Divan’da yargılansınlar’ gibi masum görünen taleplerin ardında kirli bir hamlenin yattığı ortaya çıktı. Paralel Yapı, Yüce Divan üzerinden yeni bir komplo planını yürürlüğe sokmaya çalışıyor.” (Sabah, 3 Ocak 2015).
Sonrasını biliyorsunuz; parlamentoda 20 Ocak 2015’te yapılan oylamada bakanların yüce divana gönderilmeleri AK Partililerin oylarıyla reddedildi.
Ben, bu olayda açık bir “tuzak” görmüş, şu soruları sormuştum: “Bu kadar önemli bir konuda, Başbakan’ın Yüce Divan yönünde eğilim belirtmesinden önce meseleyi Cumhurbaşkanı’yla istişare etmemiş olduğu düşünülebilir mi? Onun eğiliminin de aşağı yukarı bu yönde olduğu izlenimi almadan böyle bir yola girdiği düşünülebilir mi?”
Kanaatim şuydu, öylece yazdım da o zaman: Erdoğan, Davutoğlu’na siyasi tuzak kurmuştu; önce “tamam” demiş sonra onu boş havuza atlatmıştı. Peki neden böyle yapıyordu Erdoğan? Zikrettiğim Ocak 2015 tarihli yazımın başlığıyla söylersek, “Erdoğan süreçleri neden böyle yönetiyor(du)?”
Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, bir tuzaklar silsilesinden söz ediyordum. Bu birinciydi, bir ay kadar sonra ikincisi gelecekti.
“Davutoğlu, bundan sonra herhangi önemli bir adım atmadan önce mutlaka Erdoğan’la istişare etmelidir”
İkinciyi anlatmaya, ileride Davutoğlu’na yönelik ‘tuzaklı darbe’nin belgeselini yapacaklara başlangıç sahnesi olarak önerebileceğim bir TV tartışmasını hatırlatarak başlayacağım.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun arzusu doğrultusunda 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde AK Parti’den milletvekili adayı olmak üzere 10 Şubat’ta görevinden istifa etti. Fidan, 9 Mart 2015’te ise “gördüğü lüzum üzerine” adaylığını geri çekti ve MİT Müsteşarlığı görevine geri döndü.
Fidan’ın MİT Müsteşarlığı’na yeniden atanmasından birkaç saat sonra, kamuoyu araştırmacısı ve yazar Bekir Ağırdır ile Yeni Şafak yazarı Süleyman Seyfi Öğün NTV’de, Davutoğlu’nun ‘partide, devlette ve toplumda’ net bir itibar kaybına uğradığını dile getirdiler… Bu göstere göstere karizma çizme hamlesinde anlayamadıkları şey ise, seçimlerde 400 milletvekili isteyen Cumhurbaşkanı’nın, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu seçimlere Ahmet Davutoğlu liderliğinde gittiğini adeta hesaba katmaz bir tarzda davranıyor olmasıydı…
Programın üçüncü katılımcısı, basındaki Erdoğan destekçilerinin en önemlilerinden biri, bir nevi ‘aile üyesi’ olan Mehmet Barlas onları dinledikten sonra, Davutoğlu’nun bu olaydan çıkartması gereken dersi özetleyiverdi: “Davutoğlu, bundan sonra herhangi önemli bir adım atmadan önce mutlaka Erdoğan’la istişare etmelidir.”
Bu, bir ay önceki olaya çok benziyordu. Olay, yine bir “önce yol verip sonra refüze etme” hikâyesiyle karşı karşıya olduğumuza delalet eden aşamalara işaret ediyordu. Ve Mehmet Barlas, sanki içeriden bilgi almış gibi konuşuyor, Davutoğlu’nun yapması gerekeni söylüyordu. Ve sanki böyle yapmazsa daha nice ‘boş havuz’ların kendisini beklediğini ‘dostça’ hatırlatıyordu Başbakana…
Bunun da bir ‘tuzak’ olabileceğini, olayın gelişimini aktararak şöyle özetlemiştim 2015’teki o yazıda:
“Peki, Erdoğan’ın bu meseleyi en başından itibaren, Davutoğlu’na Mehmet Barlas’ın işaret ettiği bu ‘ders’i vermek amacına hizmet edecek tarzda yönettiği iddia edilebilir mi? Doğrusu, hikâyenin tamamına bakıldığında, konuya bu argümanla dahil olacakları peşinen ‘saçmalamakla’ suçlamak o kadar kolay görünmüyor. Bakalım…
“Erdoğan’ın Hakan Fidan’ın istifasına baştan beri karşı olduğunu beyan ettiği, buna rağmen Fidan’ın Davutoğlu’nun da desteğini alarak Erdoğan’ın eğiliminin hilafına hareket ettiği açık, tartışmaya katılanların tamamı bu konuda hemfikir. Devamında da ittifak var: Deniyor ki, Erdoğan bu gelişmede kendi karizmasının yara aldığını düşündü ve Davutoğlu’nu ‘partide, devlette, toplumda’ istiskale uğratmayı da göze alarak yalnız Fidan’a değil, Davutoğlu’na da kararını geri aldırttı.
“Fakat tartışmada nedense dile getirilmeyen bir nokta daha var: Erdoğan, kendi eğiliminin olumsuz olduğunu belirttikten sonra nihaî kararı Davutoğlu’na bıraktığını açıklamıştı. İşin bu yanı biraz daha tatsız ihtimallere kapı aralayan bir mahiyet arz ediyor, o da şu: ‘Karar Başbakan’ındır’ dedikten sonra Başbakan’ın kararını bir daha tartışmamak gerekmez mi? Başbakan Davutoğlu’nun, kararını, bu sözün sağladığı hareket alanının ve rahatlığın içinden ürettiği açık değil mi? Ortadaki tablo, Davutoğlu’na önce yol verip sonra da girdiği o yoldan geri çağırma üzerine kurulu bir tablo gibi görünmüyor mu gerçekten?”
Üçüncü ‘tuzak’: Şeffaflık paketi
O yazıda verdiğim üçüncü örnek de, Davutoğlu’nun çok önem verdiği, bugün de sık sık “ah, çıkarabilseydik” diye andığı ‘şeffaflık paketi’nin başına gelenlerdi. Erdoğan süreci burada da ‘kastî istiskal’le yönetmişti.
Bunu da şöyle anlatmıştım:
“Tarif ettiğimiz ‘tatsız ihtimal’i akla getiren üçüncü örnek olay da, Yüce Divan ricatının ardından hazırlanıp Davutoğlu tarafından ilan edilen ‘şeffaflık paketi’nin uğradığı yol kazası…
“Paket, bir yanıyla Yüce Divan meselesinin zihinlerde yol açtığı olumsuzluğu dengelemek amıcını taşıyordu ve bu nedenle özel bir sunumla kamuoyunun gündemine getirildi; sanki Başbakan, ‘kardeşimiz olsa kolunu koparırız’ çizgisini sürdürmek ister gibiydi.
“Davutoğlu, paketi ilan etmekle kalmadı, seçimlerden önce mutlaka çıkarılacağını da ekledi, fakat ne yazık ki bu büyük hamle de Erdoğan kayasına çarptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu’nun vaadinden kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Sarayı’nda ağırladığı AK Parti Grup Yönetim Kurulu üyelerine yaptığı konuşmada pakete karşı olduğunu söyledi: ‘AK Parti kaynaklarından edinilen bilgiye göre sohbet sırasında Erdoğan’dan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bizzat açıkladığı şeffaflık paketine ilişkin çarpıcı eleştiriler geldi. Açıklanan pakette yer alan düzenlemelerin büyük bir kısmının Başbakanlığı döneminde çıkarttığı bir genelgeyle zaten hayata geçirildiğini vurgulayan Erdoğan, ‘Bu tip düzenlemelerin zamanlaması ve içeriği çok önemli. Seçim öncesinde doğru gelmiyor. Bu konularda ekonomiyi dikkate alarak karar verilmeli. Sert kararlar alırsanız, ekonomiyi olumsuz etkiler’ dedi.’ (Milliyet, 17 Ocak 2015).”
Bu örnek için de aynı soruyu sormuştum: Başbakan’ın, bu kadar önem verdiği bir konuyu Cumhurbaşkanına hiç haber vermeden kotarması mümkün mü?
Olmadığını düşünüyordum, hâlâ öyle düşünüyorum; dolayısıyla bunun da bir yol verip yolda kazaya uğratma ‘tuzağı’ olduğu kanaatindeyim.
Davutoğlu için bunları anlatmak neden kolay değil?
Şimdi artık Davutoğlu’nun o dönemi ayrıntılarıyla anlatma hevesinin neden zayıf olduğuna dair görüşüme gelebilirim.
Erdoğan’la Davutoğlu arasına yaşananları, Erdoğan’ın önce yol verip sonra yolda tuzak kurması yöntemiyle yönettiği benim şahsî kanaatim… Tabii bunun tam tersi de geçerli olabilir. Yani Davutoğlu bu olayların hiçbirinde Erdoğan’a danışmamış, kararları tek başına almış, Erdoğan karşı çıkınca da onun iradesini kabul etmiş olabilir.
Gerçeği ikinci ihtimal temsil ediyorsa, bunları anlatmak nispeten daha kolay olabilir.
Fakat benim o gün de bu gün de inandığım geçerliyse, yani Davutoğlu bu örneklerdeki kararları Erdoğan’a danışarak aldığı halde sonradan refüze edilmişse, işte bunu anlatmak çok zor olur.
Ben, o dönemde işler böyle yürüdüğü için Davutoğlu’nun anlatma hevesinin zayıf olduğunu düşünüyorum, yanılmış olmayı isterim, anlatırsa öğreniriz.