Çözüm süreci, çok bahtsızdı. Elbette asgari yüz yıllık bir mesele sulha kavuşturmak istendiğinde bazılarının buna karşı durmaları bekleniyordu. Nihayetinde siyasi kimliklerini çatışmanın varlığı üzerinden temellendirenler vardı ve onların sürece cansiperane muhalefet etmeleri doğaldı.
Asıl garip olan, süreci en çok sahiplenmesi beklenenlerin sürece tersten çakmasıydı. Her daim demokrasi mücadelesi içinde var olan ve “barış” kelimesini duyduğunda harekete geçen çok sayıda ismin sürece omuz atmasıydı.
Bunun iki sebebi vardı: İlki, süreci başlatan muhataptı. AKP, onların hayal ettiği çözüm ortağı değildi. İkincisi ise, kendilerine atfettikleri önem ve biçtikleri kimlikti. Onlara göre, eğer memlekete barış gelecekse bu ancak onların eliyle olabilirdi. Kendilerini merkeze koymayan, sınırları ve yöntemi kendilerince belirlenmeyen süreçten bir hayır gelmezdi. Çoğu kişi meseleyi bu nedenle şahsileştirdi.
Barış mı, demokrasi mi?
Birçok arıza çıkardı bu cenah. Önce “Demokrasi olmadan barış olmaz” dediler. Garip bir akıl yürütmeydi bu. Bir kere, Türkiye’de kalıcı barış ancak demokrasinin ve özgürlüklerin çıtasının yükseltilmesiyle tesis edilebilirdi. Barış ve demokrasi arasında birbirini engelleyen veya biri diğerinin yerine ikame edilebilen bir ilişki de yoktu.
“Demokrasiyi barışa feda etmeyelim” argümanı zayıftı, haksızdı ve anlamsızdı. Zira barış isteyenler ne demokrasiyi es geçiyor, ne de barış adına demokrasinin boğdurulmasına boyun eğiyorlardı. Aslında bu, süreç karşıtlığını örten bir şaldı. Kısa zamanda anlaşıldı ve boşa çıktı. Ama şalın sahipleri boş durmadılar. Masaya, Kürt milliyetçiliğini de kaşıyan yeni bir koz sürdüler. AKP’ye güven olmazdı. Kürtler ne kazanmışlardı ki silahtan vazgeçiyorlardı? Hem Kürtlerin önünde yeni fırsat pencereleri açılmıştı, kendi devletlerini kurabilirlerdi. Böyle tarihi bir şans kapıya gelmişken AKP ile anlaşmak olacak iş miydi?
Türkleri satan Kürtler…