Türkiye’de, toplumsal çoğunluğun meşruiyeti üzerinde anlaştığı yeni siyasi merkez nasıl oluşabilir? Merkezin sosyolojik özneleri kimlerdir? Siyasi aktörlerin sorumluluklarını nasıl tanımlayabiliriz? Değişim sürecinin güçlükleri nelerdir?
Bunlar oldukça soyut ve verimli tartışılabilmesi kolay olmayan başlıklar. Somut politikalarla eleştirel ya da onaylayıcı temaslar kurmayan bir söylemin, her meşrepten dinleyicinin haklı bulacağı naif ve sığ bir nasihate dönüşme tuzağına düşmesi mümkün. Buna rağmen, genel çerçeveler üzerinden tartışmanın yararsız olmadığını düşünenlerdenim. Çünkü konuştukça, anlaştığımızı zannettiğimiz soyut çerçeveler üzerine pek de fazla tartışmadığımızı ve aslında zannettiğimiz kadar da uyumlu olmadığımızı fark edebileceğimizi düşünüyorum. Bu fark etme halinin ise, çatışmaların yumuşatılması ve ortak fikri zemin oluşturulabilmesi açısından değerli olduğu kanısındayım.
Toplumsal istikrarı sağlayabilecek güçlü bir siyasi merkezin temel niteliği ne olmalıdır sorusuna “demokratik hukuk normlarına dayanmalıdır” cevabı verildiğinde, – ihmal edilebilir marjinal çevreler dışında- söylem düzeyinde karşı çıkacak taraf bulamayız. Aklı başında hiç kimse, “istikrar, ancak çoğunluğun iradesi güç yoluyla bastırılarak oluşturulabilir” demeyecektir. Ya da azınlığın çoğunluk olma yolları kapatılarak güçlü bir siyasi merkez kurulabileceğini savunmayacaktır. Tam tersine, herkes “demokrasi” fikrine sahip çıkacak; tartışma ışık hızıyla, tarafların birbirlerini “anti-demokratiklikle” suçladığı; iradelerin/ taleplerin/ hakların yok sayılma listelerinin yarıştırıldığı kaba bir polemiğe kayacaktır. Zaten yıllardır olan da budur…
Asıl önemli olan ise şu: Nesnel gözle bakılabildiğinde, çatışan taraflardan hiçbirisinin bu suçlamalarında ve argümanlarında bütünüyle haksız sayılmayacağı görülebilmektedir.
Peki, bunda bir tuhaflık yok mu?
Hayır; şuradan bakarsak bir tuhaflık yok: Taraflar kendi hak ve talepleri dışındaki hak ve talepleri, kendilerininki kadar meşru bulmuyorlar. Yani, kolay gözlenebilir bir “demokratik zihniyet” eksikliğiyle malulüz. Hiçbirimizin kendimizi dışında tutarak, kibirli bir hakem pozuyla toplumun kalan kısmını “otoriter zihniyet”te eşitlemeye hakkımız olmadığı kanısındayım. Bu iki taraflı bir haksızlık olur. Ne biz “demokratik zihniyetin” eşi bulunmaz totemiyiz; ne de bencil otoriter tutum toplumun her köşesine bu kadar eşit dağılmış. Sadece şu basit gerçeğe işaret edebiliriz: İçinde durduğumuz bu dinamik toplum, hiçbir sosyolojik-siyasal yapısıyla bugünden yarına demokratik hukuk normlarına dayalı bir siyasal sistem üretebilecek zihniyete sahip değil. Dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğunu tatmin edebilecek bir sistemin inşa edilmesi bir hedef ve bunu hiçbir toplumsal kesim ve siyasi aktör tek başına taşıyacak vasıfları barındırmıyor.
Bu, “sıradan” bir kabul gibi gelebilir. Oysa, samimi olarak benimsendiği oranda, bunun bir “zihinsel devrim” olarak nitelenebileceği kanısındayım.
Bu samimi kabulün, iki can alıcı sonuç üretmesi beklenir düşünce evrenimizde: Birincisi; siyasal demokrasiyi, sadece karşımızdaki zihniyetin engel olduğu ve bileğinin bükülmesiyle ulaşabileceğimiz hemen yanı başımızda duran bir imkân olarak görmekten korunuruz. Demokratikleşmenin, maksimalist zorlamalarla değil, mücadeleyi içeren gerçekçi bir inşa süreciyle elde edilebileceğini anlarız. İkincisi; karşımızdaki bu sürecin imha edilmesi gereken bir düşmanı olmaktan çıkar, ancak karşılıklı haklar tanındıkça birlikte başarabileceğimiz medeni bir rakip tanımına oturur.
2002’de siyasal alana sıçrayan derin bir sosyolojik/kültürel/ekonomik değişim sürecinden geçiyoruz. Bu kısa tarihin bize öğrettiği şey, değişimi geri çevirmeye çalışmanın da; çatışmayı esas alarak tek bir sosyolojik özne ve siyasi aktör üzerinden ilerletmenin de mümkün olmadığıdır. Bu tür zorlamalar toplumsal barışı ve istikrarı sağlayamıyor; tersine “biz” duygusunu tahrip ediyor, gerilimi tırmandırıyor.
Toplumsal çoğunluğun temsiline dayanan, temsil etmediklerinin ise gözünde ölümcül bir tehdit değil meşru bir yönetim olarak tanınan bir siyasal merkezin oluşabilmesinin ancak fiili koalisyon siyasetleriyle sağlanabileceği anlaşılıyor. Koalisyonu, sadece seçimlerin zorunlu kıldığı bir hükümet formülü olarak değil; sosyolojik kesimlerin arasındaki derin kopuş duygusunu kırmayı amaçlayan zorlayıcı işbirliği yöntemleri olarak anlamak gerekiyor.
Tartışmaya çalıştığım siyasi dönüşüme en yatkın, en kabiliyetli hareketin AKP olduğunu söyleyebiliriz.
Birkaç nedenle…
Birincisi; Türkiye’de bütün renkliliğine, iç farklılaşmalarına karşın en büyük sosyolojik küme muhafazakârlar ve bu çoğunluğu temsil etme bakımından AKP rakipsiz. Bu sosyolojiyi dışında bırakan bir siyasi aktörün, askeri vesayetin yıkıldığı bugünün Türkiye’sinde merkezi inşa etme şansı yok. Seçimler sürecinde ve sonrasında zorlanan “yüzde 60 blok” stratejisinin bir “inşa” değil, bir “yıkma” projesi olduğuna kimsenin kolay kolay itiraz edebileceğini sanmıyorum.
“Önce yıkalım, sonrasına bakarız”… Kabul etmek gerekir ki, bu mantıkla yapılan siyasetin, yukarıda tartışmaya çalıştığım uzlaşmacı demokratik inşa siyasetleriyle bir ilişkisi olamaz.
İkincisi; muhafazakâr sosyoloji, laik kesimlerle bir arada yaşamaya, onların varlıklarına ve haklarına çok antrenmanlı ve dolayısıyla açık. Oysa Kemalist rejimin tedrisatından geçmiş; kendisini aydınlanmış, hayatını dini değerler üzerine kuranları ise “geri” kabul eden laik cemaat son derece şaşkın ve hazımsız.
Öte yandan muhafazakâr dünyanın kendisi de katmanlaşıyor ve sekülerleşiyor.
Ayrıca, diğer önemli sosyoloji olarak Kürtlerin kimliği ve hakları konusunda da tanımacı ve esnek. Bu özellikler, siyasi bir aktör olarak AKP’nin kimlik politikalarını aşması ve koalisyoner siyasetlere açılması konusunda elini rahatlatıyor. Dahası, onu buna zorluyor.
Üçüncüsü ve herhalde en önemlisi de; uzlaşmacı ve paylaşmacı siyasetlerle kaybedeceği bir şey olmayan, fakat tersine kuşatılıp yalnızlaştırıldıkça, önünde, elden kaçırabileceği büyük bir tarihi fırsat bulunan tek parti AKP. Varlıklarını siyasi merkezi yıkma üzerine kuran hareketlerle, inşa etme üzerine kuran hareketlerin farklı siyasi rasyonalitelere sahip olduklarını varsaymak yanlış olmaz.
Bu tespitler ikna edici geliyorsa, yenileşmede ve kuşatıcı, kucaklayıcı siyasetlerin üretilmesinde de AKP’nin diğer aktörlere göre daha ağırlıklı bir sorumluluk taşıdığını kabul etmek gerekir.
Kürt sorununda PKK’nın istikrarsızlaştırıcı stratejilerine ve laik duyarlılıkların yıkıcı projelere yakıt sağlamasına ancak böyle karşı durulabilir.