Depremi ilk kez ilkokul çağlarında Ankara’da yaşadım. Dört şiddetindeki bir sarsıntı herkesi şok etmiş ve evlerimizden dışarı çıkmıştık. Sonra 1990’dı sanırım bir büroda yalnızken Kadıköy’de yakalandım. Dört buçuk şiddetindeydi fakat masayı televizyonu avizeleri sallamaya kalpleri ürpertmeye yetmişti. İnsanın depreme alışması kanıksaması mümkün mü bilemiyorum. Ne kadar bilimsel açıklaması olursa olsun, kaç yaşımızda olursak olalım, sanki bildiğimiz dünyanın dışında bir yerden geliyor ve yeryüzünün tekinsizliğini yüzümüze vuruyor. Anormal olanın deprem değil dünyanın bu kadar düzen içinde işlemesi ve Allahın inayeti ve merhametinin farkında olamayışımız fısıldanıyor belki.
17 Ağustos 1999 depremi çok büyük acıydı pahalı bir deneyimdi, keşke geleceğe yönelik işimize yarasaydı. Fay hattının tam üzerindeki şehirlerde yapılanma yatay olmalı ve malzeme ve mimari kesinlikle denetlenmeliydi. Deprem değil bina öldürüyordu, dere yataklarına su havzalarına inşaat yapılmamalı, her mahallede kolayca ulaşılacak geniş toplanma alanları olmalıydı. Derinlerden kopup gelen çatırtıları, depremin dikey oluşunun yarattığı tarifi zor kıyameti, ağır ruhsal tahribatı, geçmek bilmeyen o kırkbeş saniyeyi, kalplerin durur gibi oluşunu yaşayan bizler bile her şeyi unuttuk.
Hala artçılar devam ederken dört kat merdiveni karanlıkta uykudan uyandırılmış çocuklarla yaşlılarla inişimiz dün gibi oysa. Aile efradını emin bir şekilde yerleştirmiş, arabaya açık nadide dükkanlarda bulduğumuz kuru gıda ve hijyenik malzemeleri attığımız gibi yola çıkmıştık. İzmit’ten dumanlar yükseliyordu yer yer yangın da çıkmıştı. Adapazarı’na vardığımızda karşılaştığımız manzarayı akıl havsala almadı. Binalar olduğu yere yığılarak ya da yan yatarak çökmüştü. Kurtarma timleri harekete geçmiş, enkazların önünde orda kimse var mı? soruları çınlamaya başlamıştı. Gecenin üçünde uykuda yakalandı insanlar. Beş on yıkılmış binanın yanındaki sapasağlam ayakta kalmış çatlak bile oluşmamış binalara ne demeli. İnşaat hataları, eksik malzemeler, denetimsizlik, hainlik, aç gözlülük, canları hiçe sayma gün yüzüne çıkmış ve yediyüze yakın kişi ve kuruma dava açılmıştı. Sonuç beş kişi hüküm giydi gerisi zaman aşımına uğradı. O sağlam binaları yapanları ise öğrenemedik bile. Keşke onları da tanısaydık hangi insan profili nasıl bir terbiye almış insan işini güzel yapıyor. Tanısak dua etsek ve alkışlasaydık onları, yeni nesillere emsal olsalardı.
Sadece deprem değil ki, İstanbul’da deprem olmadan da yıkılan binalar oldu. Kolon kesenler, imar affının son gününe yetiştirmek üzere nice çirkin illegal işlere imza atanlar, komşuların hakkımızı helal etmiyoruz feryatlarına rağmen, ortak alanlara taşan hatta üst katlarda gökyüzünü kapatıp daire elde eden ve bir kapı açıp kiraya verenler. Bütün usulsüzlükler aklandı onaylandı.
1990’da İstanbul’a taşındığımızda Koşuyolu’nda bir ev kiralamıştık. Etrafta bahçelerin içinde bembeyaz köşkler vardı. Nar ıhlamur erik incir iğde ağaçlarını görmek için yaşlı ve yalnız sahiplerinden müsaade ister çocuklarıma ağaçları tanıtırdım. Nereden bilebilirdik ki birkaç seneye kalmadan mirasçılar tarafından hepsi müteahhite verilip, üç beş kişinin yaşadığı yüzölçümlerine bir köy nüfusu yerleştirilecek. Ağaçlar hızla yerini ruhsuz, birörnek beton kafeslere terk edecek. Göz Göze Diz Dize Steril Beton Siteler Çağı baş gösterecek. O zaman Ak Parti yoktu mesela. Rant ve dünyevilik konusunda ülkemizde insan kumaşının değişiklik göstermediği aşikar. Meğer mütedeyyinler de sıra bize ne zaman gelecek diye yol gözlermiş. Geçtiğimiz yıllar içinde çarpık yapılaşma on katlandı tabii. Akıl almaz bir ele geçirme, benden sonrası tufan duygusu var ve deprem filan dinlemiyor bu kontrolden çıkmış insanlar. Önemli olan hiçbir siyasi tercihle değişmeyecek temel ilkelerin yerleşmesi. Devlet, kurallar, yaptırımlar ve planlama diye bir şey varsa bugünler için lazım ama ilkelerin, adamına göre uygulanması ya da hiçe sayılması her şeyi mahvediyor.
Gözümüze bakarak yapılan, önünden geçerken depresyona girdiğimiz yapılardan birkaç örnek; Zeytinburnu sahiline doldurulan korkunç binalar, Bulgurlu’da ölümcül bir yapılanma Emaar ve arkasındaki rezidanslar, Bostancı ve Suadiye’de dönüşüm adı altında dar sokaklara karşılıklı dizilmiş nefes aldırmaz bahçesiz hatta balkonsuz heyulalar, sahil kasaba ve şehirlerindeki yağmalar. Validebağ’ı gördüm yakında. Arabayla geçerken nutkum tutuldu. Korunun karşısında dar caddenin karşı tarafında boş, çayır çimen bir alan vardı. Kimin acaba, devletinse burası da yeşil alan yapılsa derdik içimizden, şimdi birbirinin içine geçmiş ürkünç binalar yükseliyor bir de konak denilerekten. Böyle bahçesiz ağaçsız dibi dibine konak mı olur, konağın kendisi gitti adı kaldı yadigar. Millet Bahçeleri çok güzel proje ama büyük alanların yanı sıra küçük ölçekte evlerimize yakın açık alanlar da olabilseydi keşke.
Gençlere ve çocuklara güveniyorum sadece. Nerede bizim doğa, çevre, ekolojik denge, engelli kadın ve çocuk dostu şehirler için örgütlü çabalarımız, yaratıcı çalışmalarımız?