Ana SayfaYazarlarDerdin büyüğü yaklaşırken

Derdin büyüğü yaklaşırken

 

Belli ki asıl bakılması gereken nokta, ilgiyi dağıtacak şeyler görünür kılınınca, bakılsa da görülmüyor. Duyulması gereken sesler de başka seslerle bastırıldığında duyulmaz oluyor. Sözü edilen bu basit vaziyete modern psikolojide algıda seçicilik deniliyor. Hiç kuşkusuz bu farkındalığın gereklilikler, arka plan zayıflığı yahut kimi durumlarda da ökültik kökleri yüzünden zengin bir hal aldığı söylenebilir. Aslında dikkat dağınıklığının başka sebepleri daha bulunmakla birlikte, hemhallik de, görünür olanı görünmez yapabiliyor. Diğer bir ifade ile göz önünde olan, öylece salt bir halde duran bir şey de bu yüzden görünmez olabiliyor. Halin anlaşılmasında duygudurumun varlığı izahtan vareste zaten! Son tahlilde, toparlanacak olursa, içinde bulunulan değil de bulunmak istenilen hal görünür olanı görülmez, duyulur olanı da duyulmaz hale dönüştürüyor.

 

Yeni olmamakla beraber farklı bir savaşın tamtam sesleri uzaktan uzağa işitilmeye başlandı sanki. Her ne kadar olan biten için savaş denilemese de, eldeki enstrümanların acımasızlığı ve muhtemel sonuçları yüzünden savaştan başka bir kelime, anlamı örtemeyecek durumda. Bu savaş, gıda savaşı yahut beslenme veya ayakta kalma savaşıdır! Savaşın süreğen pek çok adımına şahit olundu şimdiye dek. Bilhassa, Afrika’da kiralanan tarım topraklarına moleküler tohum üretimi de dahil olurken bu defa yeni üretici ve dağıtıcı tekellerin ortaya çıkması, savaşın seyrini bambaşka bir çehreye büründürdü. İçinde Türkiye’nin de olduğu pek çok ülke gelecekte nüfusunu beslemek için yeni, sulanabilir ve zengin humuslu topraklar kiraladılar. Bu gıda savaşının birinci evresine karşılık gelmekteydi. Pekiyi ya ikinci evresinde ne olacak? Kiralanan bu topraklarda hangi ürün, hangi tohumlarla ekilip hasat edilecek? Hasbelkader toprakla buluşmuş tohumlar zararlılara karşı hangi ilaçlarla korunacak?

 

Türk kamuoyu için beslenmek meselesi televizyonlardaki yemek programlarıyla sınırlı olabilir. Ancak dünyada yeni bir oyunun önemli hamleleri oynanıyor. Artan dünya nüfusunun beslenmesi meselesi bir sorun yumağı olarak dünya kamuoyunu yakından ilgilendiriyor. Meselede her ne kadar Amerikan kaynaklı bilimsel verilerin ve özellikle FDA [U.S. Food and Drug Administration] gibi kuruluşların bilgileri temel addediliyorsa da bir tartışma konusu olarak gündemi işgal ediyor. Çünkü küresel ısınma, tarım topraklarının kirlenmesi, içilebilir su kaynaklarının azalması, sürdürülebilir denilen tarım uygulamalarının kesintiye uğraması ve benzeri konular artık daha sık tartışılır hale geldi.

 

Yukarıda dile getirilen başlıkların belki de bir sonucu olarak geçen hafta yeni bir gelişme daha yaşandı; küresel oyunda yeni bir adımın önemli bir hamlesi daha yapıldı. Uzun süreden beri görüşmeleri süren bir satın alma gerçekleşti. Görüşmeler neticesinde bir dünya devi olan Monsanto’yu bir başka dünya devi olan Bayer satın aldı. Bu satın alma beklenen bir şeydi. Ancak ortaya harikulade ötesi yeni bir firma devi çıktı. Bu satın almayla dünya tohum üretimi yanında ziraat ilacı üretiminin %25-30’u dolaylarındaki küresel payını da Bayer’in kontrol edeceği tahmin edilmekte artık. Bu dev ise on yıldır bilimsel hazırlıkları yapılan moleküler tarımın kendisi anlamına gelmekte.

 

Monsanto ile Bayer’in kendi sektörlerinde köklü geçmişleri olduğu kadar söz sahiplikleri de mevcut. Her ikisi de dünya piyasasında ürettikleriyle önemli oranlarda hakimiyet kurmuş haldeler. Firmaların kuruluş tarihleri de oldukça eski ve alanlarında birer ilkler manzumesinin taşıyıcısı durumundalar. Bayer 1863, Monsanto ise 1901 tarihinde kurulmuşlar. İşin ilginç yanı her iki kuruluş da işe kimyasal ile başlayıp farklı alanlara doğru ilerlemiş ve farklı sektörlerde yatırımlar yapmışlar. Monsanto, sakarin üretiminden yıllar içinde tarım işine doğru bir seyir takip ederek tohum işini merkez uğraşısı haline dönüştürmüş; zararlılara karşı tohum geliştirmek işinde ve moleküler tarım üzerinde ilerlemekte olan bir firma. Bayer’in ise ilaç firması olarak kurulup zamanla kimyasal devi olduğu görülüyor. Kimyasal süreçleri içeren her türlü alanda faaliyet gösteren firma pek çok ürünü ile Monsanto gibi insan hayatının hem içinde hem de merkezinde durmakta. Bu hal onları dolaylı da olsa insan yaşamını etkileyen işletmeler haline sokmakta. Her iki firma da son tahlilde kimyasal işi ile işe atılmış olmalarına karşın özgünlüklerini ilki tohum sektöründen ikincisi ise ilaçtan almakta. Bayer’in Monsanto’yu almasıyla dünya tarımında ortaya yeni bir firma çıkmış oldu. Bu satın almanın sıradan, ticarî bir satın alma şeklinde anlaşılmaması gerekir. Öyle görünüyor ki gıda savaşlarında yeni bir evreye girilmiş durumda ve bundan sonraki faaliyetlerin dünya nüfusunu daha derinden etkileyeceği tahmin ediliyor.

 

Açıkçası bu birleşmenin ya da satın almanın ne için yapıldığı çok açık değilse de bazı tahminlerde bulunmak mümkün görünüyor. Zira her iki dev firmanın da uzmanlık alanlarında dünyadaki teknik ilerlemeleri belirledikleri bir sır değil. Dünya nüfusunun arttığı ve küresel sıcaklıkların yükseldiğinin düşünüldüğü bir zaman diliminde bu değişikliklere uyum sağlayacak yeni bitki türlerinin geliştirilmesi yahut zararlılara karşı korunma zorunluluğu fikrinin de hedef mesele haline getirildiği unutulmamalıdır. Çünkü tam da bu iddialar asıl bağlayıcı hükmünü icra edecek konular olarak dikkati çekmekteler.

 

İki firmanın birleşmesi konusundaki en büyük korku, genetiği değiştirilmiş tohum meselesinin karmaşık izahında yatmakta. Bu tür yeni teknolojilerin insan sağlığını tehdit ettiği düşüncesi son derece yaygın ve tartışmalı. Başka bir tartışma konusu ise yerli tohumları üretmek ve çoğaltmak haklarının yeni nesil tohumlarla yerel çiftçilerin ellerinden alınacağı düşüncesi. Zira bu kabul alandaki aktivistleri de zihnen yaralıyor. Sırf bu düşünceler bilhassa ciddi anlamda hayvancılık girdisi olan Güney Amerika ülkelerinde büyük memnuniyetsizliklere yol açıyor.

 

Ne var ki kimi yaklaşımlara göre yeni nesil tarımsal ürünlerin hasadının kesintiye uğratılması, hızla artan dünya nüfusu yüzünden mümkün görülmüyor. Zaten iklim şartlarının da çetinliği karşısında daha az ve kirli suya dayanıklı ürünlerin geliştirilerek üretilmesi teknik anlamda bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Her ne kadar dünyadaki ekilebilir toprakların dünya nüfusunu beslemeye yeteceği söyleniyorsa da ekonomik yetersizlikler, lojistik zorluklar, siyasî karışıklıklar, yetersiz eğitim ve benzeri nedenlerden ötürü istenen verimin sağlanamayacağı da dile getiriliyor. Özellikle çevresel etkilerin ağır ve baskıcı sonuçları tarımı sınırlandırmakla meşgulken yüksek verim hedefinin en önemli sebebinin insanların doyurulması olduğu söyleniyor.

 

Uzun süredir dünyada gıda fiyatlarının belirgin olmaktan da öte düşüşte olduğu bilinmekteydi. Özellikle temel girdili ürünler olarak süt gibi tarımsal çıktılarda fiyat düşüşleri izlenebilmekteydi. 2013, 2014 ve 2015 yıllarında et, süt, yağ ve benzeri gündelik yaşamda tüketilen ürünlerde belirgin düşüşler devam ediyor gibi görünse de yükseliş trendinden de dem vurulmaktaydı. 2016 yılının ilk aylarından Ağustos’a değin geçen sürede ise fiyatlardaki artış artık hissedilme ölçüsünden görünüre dönüştü; bu ise gıda savaşlarında bir işaret olabilecek nitelikteydi. FAO’nun indeks bilgilerine göre fiyatlar artık yükseliş eğilimindedir. Bu haberlerin iyiye delalet etmediğini söylemenin bir anlamı yok hiç kuşkusuz! Zira bu bilgiler sağlıklı ve ilaç kalıntılarından uzaktaki ürünlere erişmekte ciddi zorluk çeken dünya nüfusunun büyükçe bir kısmının zorluklarına yeni zorluklar katılacağı anlamına gelmektedir. Buna karşın FAO ile birlikte OECD’nin hazırladığı son rapora göre bu artışın gelecek on yıl içinde ciddi artışlar sergilemeyeceği düşünülmektedir. Zira aynı rapora istinaden tarım alanlarındaki gözle görülür genişleme yüzünden temel tarım ürünlerinin fiyatlarında sabite yakın bir duruş beklenmektedir. Açıkçası bunun iyi niyetli bir yorum olduğu hususunda fikirler de mevcut. Bayer’in Monsanto’yu alırkenki öngörüsünün gıda fiyatlarının artacağı şeklinde olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Yoksa piyasa ederinden daha fazla bir hisse başı ücretini Bayer neden ödemek istesin ki? Daha fazla bir fiyatla yapıldığı söylenen bu alımın başka izahı olamaz sonuçta. Bayer’in bu satın almada muhakkak stratejik bir kararı olmalı. Zaten Warwick Business School’dan John Colley’nin düşüncesine göre yeryüzündeki tohum çeşitliliğinde bir azalma yaşanacağı öngörülmektedir. Bu öngörüyle söz konusu azalmanın da ilerleyen dönemde gıda fiyatlarındaki yükselişe yol açacağı tahmin edilmektedir. Aslında bu çıkarımın FAO ile OECD’nin gelecek on yıl için tasarladığı ve iyi sonuçları olacağı görülen tahminden daha makul yanları bulunmaktadır.

 

Keza azalan tohum çeşitliliği ile doğru orantılı olarak yaşanacak fiyat artışlarını tohum firmaları bakımından destekleyecek başka bir husus ise dünya nüfusunun gelecek çeyrek asır boyunca artacak olması yönündeki tahmindir. Artacak olan bu nüfusun bir şekilde doyurulması, beslenmesi, önemli gündem maddelerinden biri haline gelecektir. Dolayısıyla bu çeşitlilik ve derinlikte öngörülerin bilimsel meydanın kendisini işgal etmesi tohum alanındaki yatırımları da en azından anlamlı kılmaktadır. Monsanto’yu alırken Bayer’i de bu tahminin cazibesi test etmiş olmalıdır. Zira artan nüfusun en azından asgarî anlamda besin tedariğinde merkez haline gelebilmesi tohum ve tarım tekniğindeki yeni teknolojilerle uygulamalara bağımlı olduğu varsayılmaktadır. Çünkü tohum ve su güvenliği olmadan geleneksel tarzda üretiminde büyük kayıpların yaşanması kaçınılmaz olacağından üretim ve lojistik süreçleri de dahil ara evrelerde yapılacak iyileştirmeleri anlamlı kılamayacaktır. Bu bakımdan ilk ve en esaslı müdahalenin tohum ve tohum teknolojisinde olduğuna dair yaygın ve kuvvetli bir fikir birliği olduğu dile getirilebilir.

 

Çok uzun zamandan beri tarım süreçlerinde iyileştirilmelere gidilmiş olması Bayer’i gıda teknolojisinden tohum teknolojisine değin yeni teknolojilerin kullanılması gerekliliğini savunmaya yönlendirmektedir. Açıkçası bu türlü adımlar dünya gıda piyasasında ciddi bir savaşın yaşanacağının işaretleri olarak anlaşılmaya fazlasıyla yatkın görünümdedir. Küresel ısınmanın sıkça dillendiriliyor olması, içilebilir tatlı su kaynaklarının korunamaması, korunan kaynakların da dar kapsamlı bir nüfusa ait olmalarının planlanması, savaşlarla sonuçlanacak yeni anlaşmazlıkların doğumunun vesilesi addedileceği tahmin ediliyor artık.

 

Bayer’in entegre bir kimya devi olması önemli bir ipucu aslında. Anlamak için ise bu ipin ucunun çekilmesi gerek. Şirketin, Monsanto’yu almasıyla devin de devi haline dönüşeceğini tahmin etmeye gerek de yok. Öyle olunca ortaya çıkacak birleşme neticesiyle Bayer, ilaçta, tohumda, teknolojik tarım uygulamalarında ve tohum üretiminde dünyanın en büyüğü haline gelecek. İki firmanın birleşmesi iki bakımdan dünyanın gündeminde yeni savaşların yaşanmasına yol açacağa benziyor. Öncelikle piyasadaki DuPont, DowChemicals, BASF, ChemChina ve diğer devasa firmaların tercihlerini uzun dönemli planlamalarda birleşme yönünde kullanacaklarını tahmin etmek icap ediyor. İlk bakışta anlamlı gibi görünse de yeni birleşmeler, piyasanın tekelleşme yönünde bir seyir takip edeceğini akla getiriyor. Tekelleşmeler ise ilaç ile birlikte tarım uygulamalarının da birlikte hareket etmesini mümkün kılacak. Öyle ya da böyle tohum ve biyotarım uygulamalarının önceki örneklerden ötürü kitlesel sağlık problemlerini tetikleyeceği korkusu hakim. Ayrıca tohumun, dolayısıyla da tarımın, ilaç dolayısıyla da ilaçların aynı firmalar tarafından üretilip dağıtılmasının meydana getireceği ortamın tahmin ötesi sonuçları, korkuyu artırıyor.

 

Ticarî tekellerin ortaya çıkmasına ilişkin sözüm ona şiddetli önlemler alınmaktadır. Bu türlü işler için küresel uygulamalar varsa da gerçekçi olmadıkları pek çok kişinin malumudur. Sırf bu yüzden, haklı olarak, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların aslında başka bakımlardan kolaylaştırıcı etkileri olduğuna inanılmaktadır. Böyle yargılar yaygınlık kazandıktan sonra ticarî anlamda rekabetin yaşanacağını varsaymak iyimserlik bile olmayacaktır. Son tahlilde Bayer’in Monsanto’yu almasının kısa ve uzun vadede tarımsal birliktelikleri de tehdit edeceğini düşünmek için birçok sebep sıralanabilir. Küresel bazdaki bu büyüklüklerle hiçbir yerel ve küçük ölçekteki tarımsal işletme mücadele edemez. Etmeye kalkanların da hukukî düzenlemelerle gereken vaziyeti alacağı tahmin edilebilir. Yine kolaylıkla tahmin edileceği üzere kitlesel anlamda endüstriyel üretime kayacak olan yeni tarım, küçük ve geleneksel iş yerlerine yaşama hakkı tanımayacaktır. Güçsüz düşen yüz binlerce yerel iktisadî işletmenin neyle karşı karşıya kalacağı henüz belli değildir. Ticarî sorumluluklarını yerine getiremeyen milyonlarca çiftçinin durup bekleyeceğini düşünmek de makul görünmemektedir. Endüstriyel tarıma geçmekle birlikte taşranın orta ve uzun vadede nüfusça boşalacağı da varsayılabilir. Tarımsal üretimden uzaklaşmış milyonlarca insan fakirlik kıskacına düşebilecektir. Ekonomik anlamda güçsüz hale gelmiş sıradan bir çiftçinin ya da sıradan bir kimsenin yükselecek gıda fiyatları ile karşı karşıya kalması ise başka bir sıkıntıyı ortaya koyacaktır. Hükümetler vatandaşlarına güvenlik, temiz su ve sağlık hizmetleri yanında bir de güvenli gıda sunmak sorunu ile mücadele edeceklerdir.

 

İkinci husus ise kuvvetli firmalar aracılığıyla gıda savaşlarının yaşanacağı, tohumun bir silah olarak kullanılacağı endişesidir. Genetiği değiştirilmiş organizmaların kalıtsal nitelikleri, kimi sağlık sorunlarına sebebiyet verdiğine yönelik tartışmalar halen devam etmektedir. Endişe ya da korkunun haklı sebepleri elbette mevcuttur. Bir şekilde tağşiş edilmiş tohum ve tarımsal ürünlerin insan sağlığındaki genetik tahribatı konusunda pek çok çalışma olmakla beraber gerçek neticelerinin alınması için daha uzun zamana gereksinim duyulmaktadır. Ancak her halükarda bu türlü sermayelerin zamanla silah ve petrolün yerine alacağı kaygısı pek çok zihni derinden endişelendirmektedir. Zira yeni tekniklerle üretilmiş tohumların yeni tür silah olarak kullanılacağı fikri dolaşımdadır. Dolayısıyla kitlesel üretimin kitlesel anlamda bir biyolojik savaş aracına dönüşüyor olmasına hiç kimse kayıtsız kalamaz.

 

Her ne oluyorsa oluyor! Biz farklı işlerle meşgul olurken başkaları yeni ortaklıklar kuruyor ve yeni stratejilerin çerçevelerini çatıyor. Kimya, silah ve eğitim Batı’yı Batı yapan stratejik sektörlerin başında geliyor. Şimdi bu sektörlere tohumla yeni ve güçlü entegre bir alan daha ekleniyor. İleride tarımsal ürünlerde de moleküler tarım ile biyoeşdeğerlik gibi kavramları göreceğiz. Bu kavramı gördüğümüzde durumun Batı lehine seyrettiğini de anlamış olacağız. Tüm bunlarla Batı aklının güçlü olduğu alanlar adeta tahkim ediliyor. Elbette tahkim durduk yerde meydana gelmiyor. Tahkim ise gücünü eğitimden ve eğitimdeki adil rekabetten, dünyanın dört bir yanından parlak zihni kendine çekmekten alıyor. Tahkim bir hazırlık belki de. Söylenenler senaryo ya da değil; yaşanıp görülecek. Ancak nüfusların beslenmesi bir problem olarak yönetimlerin önüne geldiğinde yaşamsal bir sektörün ne olduğu belki anlaşılacak belki de anlaşılmayacak. Yazıya başlarken, başlığın, “Savaşın Büyüğü Yaklaşırken” olup olamayacağını düşündüm bir süreliğine. Sonra, başlığı, ifade etmek istediğim hususu gölgede bırakabileceği endişesiyle değiştirdim. Ancak görünen o ki bir savaşa doğru ilerleniyor; derdin büyüğü yavaş yavaş geliyor. Pekiyi biz ne yapıyoruz?

- Advertisment -