Bu, Erdoğan’la devletin karşılıklı muhtaçlık ilişkisi yazılarının üçüncüsü… ilkinde devletin Erdoğan’a neden ihtiyaç duyduğunu, ikincisinde ise Erdoğan’ın devlete neden ihtiyaç duyduğunu ele almıştım.
Bu bir karşılıklı çaresizlik hikâyesiydi.
İktidara geldiğinden beri Erdoğan’ı tasfiye etmek için legal-illegal her yola başvuran kadim devlet güçleri, çarpışmanın sonunda “muhafazakâr görünümlü bir lider desteği olmaksızın” (Ahmet Davutoğlu) toplumu dönüştürme gayretinde başarıya ulaşamayacaklarını anlamışlardı; bu, devletin çaresizliğiydi.
Ve madalyonun öbür yüzü: Siyasi iktidarına asıl büyük tehdidin “alnı secdeye gelen” birilerinden (Gülenciler) geldiğini fark ettiğinde Erdoğan da bir çaresizlik tablosuyla karşı karşıya kaldı; çünkü onlara karşı devlet içinde mücadele edecek birikimi ve kadroları yoktu. Halk desteğinin gideremeyeceği bir çaresizlikti bu.
Devleti domine eden eski ideolojinin temsilcileri ve Erdoğan’ın karşısına “düşmanımın düşmanı dostumdur”a yaslandıkları takdirde işleyecek bir kazan-kazan oyunu oynama fırsatı çıkmıştı.
Böyle bir imkânın var olduğunu iki tarafa da gösteren olay, 17-25 Aralık (2013) oldu.
İlk açık ittifak çağrısı iktidardan geldi. Önceki yazıda bunu şöyle ifade etmiştim:
“Zamanında Erdoğan’ın en yakınındaki kişilerden biri olan Yalçın Akdoğan 24 Aralık 2013’te Star gazetesinde kaleme aldığı yazısında, çok kısa bir süre öncesine kadar iktidar ortağı olan Gülen Cemaati’ni ‘Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranlar’ olarak tanımladığında herkes çok şaşırdı. Yazının yayın tarihinin 17-25 hadisesinin göbeğine denk gelmesi herhalde tesadüf değildi. O yazı bir ittifak çağrısıydı.”
Yalçın Akdoğan’ın bu köşe yazısını, Erdoğan’la devletin simbiyotik ilişkisinin sembolik başlangıcı olarak düşündüğümü söylemiştim geçen yazıda; zaten hatırlayacaksınız, başlığı da “Devletle Erdoğan’ın simbiyotik ilişkisi başlıyor: 24 Aralık 2013” idi.
Artık bu ‘başlangıç’tan sonra neler olduğuna, ilişkinin nasıl geliştiğine ve zaman içinde nasıl karakter değiştirdiğine bakabiliriz…
Gülencileri devletten kazıma dönemi: Sağlam işbirliği
Başlangıçta, yani ne yapıp ne edip Cemaat kadrolarını devletten kazımanın her iki taraf için de birinci öncelik sayıldığı dönemde ‘Atatürkçü-Kemalist’ diye genelleyebileceğimiz kesimlerle AK Parti iktidarı Gülencilere karşı birlikte mücadele ettiler. Bu işbirliğinin en fazla kristalize olduğu an 2014’teki HSK seçimleri oldu…
2010 referandumuyla oluşan Gülenci HSK, varlığını 2014’e kadar devam ettirmişti. O yıl yapılan HSK seçimlerinde Gülencilere karşı örgütlenen muhafazakâr-milliyetçi-Kemalist hâkim ve savcı ittifakı (Yargıda Birlik) çoğunluğu elde etti ve Gülencilerin HSK’daki iktidarına son verdi. Yine bu dönemde, hapisten çıkmış ya da Ergenekon-Balyoz davaları sürecinde AK Parti’ye karşı ölümüne mücadele etmiş Kemalist askerler de kurulmakta olan ittifakın göstergelerinden biri olarak iktidara yakın televizyon kanallarında boy göstermeye başladılar.
2015 seçimleri ve ‘milliyetçilik üstü az İslamiyet’e geçiş
Haziran 2015 seçim propagandalarında çok önemli bir gelişme oldu; Cumhurbaşkanı Erdoğan, sonrasında dilinden düşürmeyeceği “yerli ve milli” kavramını ilk kez o zaman kullandı; halktan “Meclis’e 550 yerli ve millî aday göndermelerini” istedi (20 Eylül 2015).
Erdoğan bu sözlerle, bundan sonra ülkede oluşturmaya çalışacağı saflaşmayı ilan etmiş oluyordu: “Millî olanlar” ve “millî olmayanlar…”
Bunun yeni “saflaşma ekseni” olduğu, iktidar medyasındaki birdenbire yoğunlaşan “millîlik” vurgularından da belliydi. “Millîlik” kriteri her şeyi domine eden bir değer olarak öne çıkıyordu artık. Keza partiler ile başka siyasi güçler ve örgütlenmeler de esasen bu kritere göre değerlendirilip sınıflandırılıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi değerlendirmeleri bu açıdan özellikle açıklayıcıydı. Eskiden, bu partinin devletçiliği, vesayetçi güçlerle bağını bir türlü koparamaması, bir türlü özgürlükçü bir parti haline gelememesi vb. sorun teşkil ederken, artık “millî olmayan tavrı” öne çıkartılıyordu.
Bu arada televizyonlarda boy gösteren emekli askerler de, iktidarın “laikliğe savaş açtığı, irtica peşinde olduğu” eleştirilerini bir yana bırakmış görünüyorlardı. Televizyon kanallarının bu yeni gözdeleri, CHP’nin değişmeye başlayan tutumunun tersine iktidarın Kürt sorununu terör sorunu olarak görmeye başlamasını ve Batı karşıtı tavrını genel olarak “millî” çizgide buluyorlar, hükümetin bu açılardan desteklenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Yine de 17-25 Aralık sonrasındaki bu ittifakı klasik Kemalizmle iktidar arasındaki bir ittifak saymak doğru olur.
Fakat Haziran 2015 seçimlerinin AK Parti’nin ilk kez tek başına hükümet kuramayacağı bir netice vermesinden sonra yaşananlar, klasik Kemalizmle AK Parti arasındaki ‘iyi ilişkiler’e büyük bir darbe vurdu. Yaşananlar, AK Parti’nin iktidarda kalmak için ülkeyi ateşe atabileceği algısını toplumun bir kesiminin yaygın algısı haline getirdi. Sadece yurt içindeki ‘terör dalgası” değildi buna yol açan… AK Parti’nin Atatürkçü dış politikayla zıt yönelimi ve bundan kaynaklanan ‘göçmen sorunu’ da kaygı yaratıyordu. Ve tabii iktidarın giderek şahsileşmesi, otoriterleşmenin artması ve bildiğimiz başka nedenler…
AK Parti beş ay sonra tekrarlanan Kasım 2015 seçimlerinde yeniden tek başına iktidar olacak oy oranına ulaştı, fakat Gülencilere karşı 17-25 Aralık’tan sonra kurulan ittifak özellikle bu şaibeli seçimin ardından iyice zayıfladı. Hatta 15 Temmuz (2016) darbe girişiminde Cemaat kadrolarıyla birlikte hareket eden çok sayıda Kemalist subay da vardı.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Erdoğan’ın “millîci” çizgisi içeride Kürtlere karşı daha da sertleşmeyi ve dışarıda “bölge gücü” olmak üzere harekete geçmeyi temel alan daha “atak” bir karaktere büründü.
Bu çizgi artık “yurtta sulh cihanda sulh” çizgisiyle barışık değildi, fakat devlet içinde asıl bu nedenle Erdoğan’a hoşâmedi çekenler de vardı.
Böylece -15 Temmuz’la birlikte- içeride toplumun inisiyatifinin asgariye indiği-indirildiği (devlete tâbi olduğu), dışarıda ise devletin güç kullanarak ‘kazanım’ peşinde koştuğu yeni bir evreye geçildi. Bu devlet artık Kemalizmin devletinden çok İttihatçıların devletine benziyordu.
Erdoğan’ın tam da bu dönemde bir Misak-ı Milli tartışması açması boşuna değildi; nasıl ki Yalçın Akdoğan’ın 24 Aralık 2013’teki “Millî ordusuna kumpas kuranlar” yazısı devlet içindeki Kemalizme bir ittifak çağrısıydı, Erdoğan’ın Misak-ı Milli çıkışları da devlet içindeki ittihatçılığa bir ittifak çağrısıydı.
Devletle Erdoğan’ın simbiyotik ilişkisinin özet tarihi, 15 Temmuz sonrasını ele alacağım bir sonraki yazıyla bitecek.