10 Aralık’ta bu köşede “Erdoğan’la devletin simbiyotik ilişkisi” bahsini açmış, girizgâhı yapmış, sonra da bu ilişkinin nasıl ve neden kurulup geliştiğinin özet tarihini anlatacağımı söylemiştim… Fakat araya zorunlu gördüğüm bir başka yazı girdi. Şimdi devam ediyorum.
Biliyorum, bazıları için devlet-Erdoğan ‘ilişkisi’sini irdelemeye çalışmak absürd bir uğraş; çünkü ortada bir ‘ilişki’ yok, çünkü ilişki iki özne arasında olur, oysa Erdoğan ve devlet bir ve aynı; devlet Erdoğan tarafından ‘yutulmuş’ durumda. Bir bürokrasi var tabii fakat onun da hayatta olduğunu gösteren yegâne işaret, kendisini tâbi olduğu otoriteye kanıtlamak üzere zaman zaman hareketlenip “emrinizdeyim” demesi…
AK Parti, başlangıç yıllarında arkasına aldığı halk desteğiyle giriştiği reformları sürdürebilseydi, bürokrasiyi -belki- bir demokraside olduğu anlamda “emrine” alabilirdi gerçekten. (Şimdi, demokratik rızayla olmasa da, baskıyla olsa da bu alanda epeyce mesafe aldığı doğru, fakat kafalardaki mutlak surette sünepeleşmiş bürokrasi algısı da gerçekçi değil).
Ne var ki süreç öyle gelişmedi. Erdoğan ve AK Parti Cemaat’le kavgasından itibaren beka kaygısına düştü (ülkenin değil partinin bekası), o noktadan itibaren de mücadele ettiği, kendisine kafa tutan ve onu devirmek isteyen silahlı-silahsız bürokrasiyle (devletle) birlikte yürümek zorunda kaldı. Hâlâ da öyle.
Devletin bütün kurumlarıyla Erdoğan’a biat etmiş görüntüsünün altını kazıyınca göreceğimiz şey biat değil ittifaktır.
Hikâyenin başlangıcı için bir tarih verebilir miyiz? Verebiliriz, evet: 24 Aralık 2013
Zamanında Erdoğan’ın en yakınındaki kişilerden biri olan Yalçın Akdoğan 24 Aralık 2013’te Star gazetesinde kaleme aldığı yazısında, çok kısa bir süre öncesine kadar iktidar ortağı olan Gülen Cemaati’ni “Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranlar” olarak tanımladığında herkes çok şaşırdı. Bütün gazetelerin haberleştirdiği yazı, televizyon tartışmalarının da en hararetli konusunu teşkil etti. Yazının yayın tarihinin 17-25 hadisesinin göbeğine denk gelmesi herhalde tesadüf değildi (bir gün sonra başbakan Erdoğan’ın doğrudan kendisi hedef alınacaktı).
Gülencilerin 17-25 Aralık 2013’teki bazı yolsuzluk dosyaları üzerinden hükümeti devirme hamlesi hiç kuşkusuz en çok AK Parti-Cemaat ittifakının devlet içinde önemli ölçüde gerilettiği kadim devlet güçlerini sevindirdi. Çünkü böylece hükümetin, Cemaat dışındaki bütün siyasi güçlerle iyi geçinmesinin hesaplarını yapacağını düşünüyorlardı ki böyle düşünmekte yerden göğe kadar haklıydılar.
Bu gelişme tabii ki o yıllarda eski devlet güçlerinin bütün enerjisini teksif ettiği Ergenekon ve Balyoz davalarını da etkileyecekti.
Fırtınanın koptuğu 17 Aralık’ta bu davalardan cezaevlerinde yatanların beklentileri, hükümetin, Cemaat’in kendi örgütsel çıkarları doğrultusunda delillere yaptığı müdahaleleri gerekçe gösterip davaların hukuken çökmesine zemin hazırlaması (ki zaten Cemaat bu davaları murdar etmişti ve cezalandırma hukuken mümkün değildi) ve sanıkların bu yolla beraat etmeleriydi.
Fakat bir hafta sonra iktidardan gelen “Orduya kumpas” mesajı, onların beklentilerinin çok ötesindeydi. Davaların tümüyle “kumpas”, tümüyle uydurma, tümüyle senaryo olduğunun ilan edilmesi ve beraatlerin öyle gerçekleşmesi Allah’ın bir lütfu gibiydi.
Beraatlerin, ‘delillerin müdahaleler nedeniyle delil niteliğini kaybetmesi’ üzerinden gerçekleşmesiyle ‘kumpas’ gerekçesiyle gerçekleşmesi arasında büyük bir fark vardı. Birinci durumda beraatlerin ardından (hele hele 15 Temmuz’un ardından) gördüğümüz manzara ortaya çıkmayacak, Türkiye’nin eski darbecilerinin her gece televizyonlarda izlediğimiz yakın Türkiye tarihini eğip bükme performanslarını izlemeyecektik. (Burada kurgulanan tarihe göre Türkiye’de Gülen Cemaati’nden başka darbeci yoktur. Eskiden de darbeler olmuştur ama bunları unutmanın da zamanı gelmiştir artık. Kendilerine gelince; onlar zinhar böyle şeylere tevessül etmemişlerdir.)
İkinci durumda, yani iktidarın darbe davalarını “kumpas”, “uydurma”, “senaryo” olarak kodlaması durumunda beraat etmekle kalmayacaklar, hiçbir anti-demokratik niyetleri olmadığı halde ceza görmüş kahramanlar olarak kamuoyunun karşısına çıkabileceklerdi.
İşte Yalçın Akdoğan’ın 24 Aralık’ta kaleme aldığı yazı onlara bu umudu veriyordu. Sonuçta hükümet bu yolu seçti. Sonra iktidarın medyası devreye girdi ve çok kısa bir zaman dilimi içinde, davaların hiçbir gerçek temelinin olmadığına, tamamının Gülenciler tarafından kaleme alınmış bir senaryonun ürünü olduğuna dair algı, geniş bir kamuoyu kesiminin algısı haline getirildi.
Erdoğan’ın devletle simbiyotik ilişkisi işte iktidarın o tarihi anda ilan ettiği, asla tesadüf sayılamayacak, son derece bilinçli “kumpas” ilanıyla başladı.
O anda Erdoğan başka bir tercihte bulunabilir miydi? Bence bulunamazdı. İki nedenden ötürü:
Birincisi: AK Parti’nin kullandığı kadrolar, on yıllar boyunca devlete sızmış-sızdırılmış Cemaat kadrolarıydı.
Devletin silahlı ve silahsız bürokrasisi eski vesayetçi güçler ve Cemaat tarafından parsellenmişti ve AK Parti, Millî Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak “devlete sızma” perspektifine sahip olmadığı için, iktidara geldiğinde devlet içinde dayanabileceği kadrolar son derece sınırlıydı.
Dolayısıyla, kendisini gayri meşru yollardan iktidardan alaşağı etmek isteyen iki güçten birine karşı öbürüyle ittifaka bir anlamda mecbur kaldı. AK Parti’nin bu ittifaklara girmemesi için, bu iki odağın, devlet içindeki güçlerini AK Parti iktidarını hal’etmek amacıyla kullanmaya kalkmamaları gerekirdi; fakat biliyoruz ki, öyle olmadı.
İkincisi: 17-25 Aralık’ta AK Parti’nin arkasında 15 Temmuz’dan sonra olduğu gibi kelle koltukta ölüme giden bir adanmışlar kitlesi yoktu. Tam tersine, AK Parti tabanında haklı olarak yığınla kuşku belirmişti.
Gerçi böyle bir destek olsaydı da o tarihte devletin geleneksel güçleriyle ittifak etmeye mecburdu. Yargının, silahlı Kuvvetlerin, polisin görevini halkla yapmak mümkün değil çünkü.
İşte devletle Erdoğan’ın karşılıklı muhtaçlık ilişkisi, 17-25 Aralık’ta böyle başladı. (Erdoğan’ın muhtaçlığını bu yazıda anlatmış oldum, devletin muhtaçlığı için bu yazının birinci bölümüne bakabilirsiniz.)
İlişkinin nasıl derinleştiği ve bunda 15 Temmuz perçininin oynadığı rol sonraki iki yazının konusu. (Perçin: “İki veya daha fazla parçayı ayrılmayacak şekilde birleştirmek için kullanılan, iki ucu dövülerek baş durumuna getirilmiş çivi veya mâdenî parça” – Kubbealtı Lugati.)