[4-5 Ekim 2016] Gene üç gün süreyle yurtdışındaydım. Konumuz, tarihte başarılı devrimlerden veya devrim benzeri büyük zaferlerden sonra galiplerin mağluplara nasıl davrandığıydı. Bu gibi durumlarda “dar” çizgi örnekleri de var, “geniş” çizgi örnekleri de. Uzlaşmaz intikamcılık yaklaşımları da var, belirli sınırlar içinde bile olsa cömertlik, bağışlayıcılık ve yeniden birleştiricilik, toparlayıcılık yaklaşımları da. İkinci tür davranışa (1) Abraham Lincoln ve Amerikan İç Savaşı’nın sonu’nu örnek verdim (30 Eylül). Niyetim, hemen ertesi gün Atatürk’ün Anzak kitabesiyle devam etmekti. Olmadı, seyahat yüzünden. Ancak şimdi yazabiliyorum.
19. yüzyılda, Avrupa’nın çevresi ve çeperindeki birkaç ülkenin, hızla modernleşerek Batı’ya yetişme ve dahil olma çabaları. Örneğin Rusya, Japonya, İran ve Osmanlı İmparatorluğu. Bu çerçevede, özellikle Osmanlı-Japonya benzerlikleri. En çok da Tanzimat ve Meiji Restorasyonu; sonra Çuşima ve Çanakkale muharebeleri. Batı’ya kabul edilmenin ölçütü olarak Batı’yı yenebilmek – nasıl ve nereye kadar?
(I.1) Osmanlı İmprataorluğu’nda, II. Mahmud’un, Sened-i İttifak’la (29 Eylül 1808) güçlerinin ve özerkleşme süreçlerinin doruğuna çıkmış gözüken taşra eşraf ve âyânını tekrar bastırıp bağımlılaştırmak suretiyle, merkezî devlet otoritesini bir ölçüde konsolide etmesi. Ardından, 3 Kasım 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayûnu ile, yukarıdan aşağı reformların artık resmî bir belge, kamusal bir taahhüt temelinde genişlemesi ve ivme kazanması. Ordu, donanma, askerî okullar, daha genel olarak eğitim, giderek hukuk, vergilendirme, yönetim aygıtı, ağırlık ve uzunluk ölçüleri, maliye, para ve banka alanlarında belirli bir Tanzimat modernleşmesinin giderek vücut bulması.
(I.2) Japonya’da, fiilî iktidarın Tokugawa klanına mensup şogun denen askerî lider ve naiplerin elinde toplandığı son feodal yönetim döneminin (1603-1868) ardından, 3 Ocak 1868 fermanının Meiji Restorasyonu’na resmiyet kazandırması. Bütün yetkilerin tekrar imparatorda toplandığı bir merkeziyet temelinde, Osmanlı’ya kıyasla otuz yıl geç başlayan ama çok daha hızlı ilerleyen bir modernleşme sürecinin, kapitalizm ve sanayi alanına da sıçraması. Daha 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, henüz inişteki Osmanlı devletine kıyasla Japonya’nın, Doğu Asya’da yeni bir “sarı ırk” emperyalizmi olarak sahneye çıkması. Gerek Çin’e, gerek Rusya’ya karşı benimsediği saldırgan tavır üzerinden, aslında Batılılığın kapısını çalmaya başlaması.
(II.1) Derken bu emperyal rekabetler yüzünden patlak veren 8 Şubat 1904 – 5 Eylül 1905 Rus-Japon Savaşı. Port Arthur ve Vladivostok limanlarını kurtarmak amacıyla Baltık Denizi’nden hareket edip 33,000 kilometre yol kateden Rus filosunun, 27-28 Mayıs 1905’te Kore ile Japon adaları arasındaki Çuşima Boğazı’nda, Japon donanması tarafından hemen tamamen yokedilmesi. Büyük bir dönüm noktası — neden? 19. yüzyılda, örneğin Afrika’daki yayılma girişimlerinde de, yerli kabileler karşısında tek tük yenilgileri yok değil, zamanın Büyük Devletlerinin. Ama bunlar oldukça tesadüfî; Avrupalıların büyük teknolojik avantajları yüzünden aşırı kibire kapılmaları ve yerlilerin sayısal üstünlüğünü hiçe sayarcasına ihtiyatsız davranarak sınırlı kuvvetlerini daha da bölmeleri ve/ya tuzağa düşürülmelerine bağlı (22 Ocak 1879’deki Isandhlwana muharebesinde, 1800 İngiliz piyadesinin tüfek ateşinin 20,000 mızraklı Zulu savaşçısını durdurmaya yetmemesi, ya da 1 Mart 1896’daki Adowa muharebesinde, belki 100,000 civarındaki bir Habeşistan (Etyopya) ordusunun, toplam 14-17,000 mevcuduyla üç İtalyan tugayını ezip geçmesi gibi). Oysa Çuşima böyle değil. Çünkü her iki taraf aynı “buhar ve çelik” teknolojisine sahip. Zırhlıya karşı zırhlı, telsize karşı telsiz, modern deniz topçusuna karşı modern deniz topçusu. Ve Japon filosu, o sırada dünyanın üçüncü büyük deniz gücü sayılan Çarlık donanmasına karşı — komuta becerisi, hız, manevra, atış hızı ve isabeti, artık ne ararsanız — her alanda üstün. Bu, Batı dışı bir devletin Batılı (sayılan) bir devlete karşı, hem de “eşit” koşullarda ilk büyük zaferi. Dolayısıyla Asyalıların da artık uygar (ve emperyalist) olabileceklerinin kanıtı. Japonya’nın (Türkiye’den çok önce) sadece “muasır medeniyet” dairesine değil, hattâ Büyük Devletler camiasına giriş kartvizitini oluşturuyor.
(II.2) Seferberlik (1914-18). Osmanlıların kendileri (eski tarz) bir imparatorluk. Ama aynı zamanda, modern emperyalizmin kurbanı ve mağduru; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın paylaşım hedefi. Üstelik (buna karşı) bir diğer güçlü emperyalizm olarak Almanya ile de müttefik. Dolayısıyla “ne için” savaştıkları, Cihan Harbi’nin onlar için ne ifade ettiği, ne ölçüde haklı bir vatan savunmasını temsil ettiği biraz karışık. Gene de bu “haklı savaş” karakteri, tezahür ediyorsa en fazla Çanakkale’de tezahür etmekte. 1915, 18 Mart. İngiliz-Fransız filoosunun Çanakkale Boğazı’nı zorlayıp geçme çabası. Deniz muharebeleri denir ama değildir aslında. Zırhlılara karşı zırhlıların değil, zırhlılara karşı mayın tarlalarının ve kıyı topçusunun savaşıdır. Dolayısıyla “tam Çuşima” değil, belki “yarım” veya “üçte iki Çuşima”dır. Ama ardından bir de 24-25 Nisan çıkarmaları gelir. Bütün Osmanlı ve Türkiye tarihinin en büyük, en kanlı savaşlarına yol açar. Sekiz ayda 250,000’i bulan toplam zayiatı ve (56,000’i çarpışırken, 21,000’i çeşitli hastalıklardan can veren) 77,000 şehidiyle, 1919-22’nin sekiz – on misline ulaşır. Onun için en acıklı türküler Çanakkale’nindir. Buna karşılık, bütün 18. ve 19. yüzyıl yenilgilerinden, en son da 1877-78 (Doksan üç) Osmanlı-Rus harbinden, Trablus 1911’den, Balkan 1912-13’ten, nihayet 1914-15 Sarıkamış’tan sonra, “yapabiliriz, yenebiliriz” hissi de belki ilk Çanakkale’de doğar. Sonra da bu subay kadrolarının büyük kısmı Anadolu’ya geçip Ankara hükümetinin emrine girer. Tecrübe, kararlılık ve özgüven bakımından hatırı sayılır bir devamlılık söz konusudur. Dolayısıyla Millî Mücadele’nin bir bakıma Çanakkale’de başladığı tezinde, önemli bir doğruluk payı saklıdır.
Tabii bu, ciddî bir ideolojik devamlılıkla da elele gider. Ana tema, Batı emperyalizmine karşı direnmektir. En iyi ifadesi de, Mehmed Âkif’in 1915-16 ve 1921’de yazdığı iki şiir arasındaki ilişkide görülebilir. Çanakkale Şehitlerine ile İstiklâl Marşı’nın metinleri arasında, sözcük seçimi, metaforlar, benzetme ve karşılaştırmalar açısından belirgin bir örtüşme söz konusudur. Açıkçası, Âkif ilkini biraz soyutlayıp, daha fazla konsantre edip, çok güncel ve spesifik “Boğaz Harbi”ni ezelî ve ebedî bir “moment”e dönüştürüp ikincisini kompoze etmiştir. Biz bizizdir, düşman da düşmandır: gösterdikleri vahşetle kendilerine derhal işte bakın, Avrupalılar dedirten yırtıcılardır, sırtlan sürüleridir. İster Garp, ister yirminci asır, ister medeniyyet — hepsi aldatıcıdır. Onlarla karmaşık aşk-nefret ilişkimizden vazgeçmemiz, aşkı reddetmemiz ve geriye sadece nefret bırakmamız gerekir. Çanakkale Şehitlerine’deki Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, / (…) / Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz… pasajının anlamı budur. Hemen ardından bir de Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz mısraı gelir ki, bunun İstiklâl Marşı’ndaki karşılığı, neredeyse Leninist diyebileceğimiz o ünlü ‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar dizesidir.
Âkif’ten, gelelim Mustafa Kemal’e. Çanakkale’de de var, tabii Millî Mücadele’de de. İlkinin çok başarılı bir tümen ve (kısa süreyle) cephe komutanı, ikincisinin ise giderek tartışılmazlığın basamaklarını tırmanan önderi. Pek öyle yumuşak ve merhametli, hümanist diye tarif edilebilecek biri değil aslında. Nasıl olsun ki? Sapına kadar asker. Çok sert bir dönemin çok sert mücadelelerini yaşamış, askerlerini sık sık ölmeye ve öldürmeye göndermiş, emredici bir lider. Kimbilir kaç kere yazdım; Nâzım’ın onu Muzaffer bir insandı ölen : / nefsinden başka hiç kimseye güvenmeyen / muzaffer ve muazzam bir kumarbaz. / Alaycıydı, kavgacıydı, kurnaz ve hükmediciydi diye anlatması boşuna değil.
Bütün bunlarla birlikte, aynı zamanda son derece zeki ve esnek bir siyasetçi. Bence bu özelliği kendini en çok 1934’te açığa vuruyor. Bilinen hikâyedir. Çanakkale’nin üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş. İngiliz, Fransız, Avustralya-Yeni Zelanda savaş mezarları komisyonları çalışmalarını tamamlamış. Kanlı toprak tekrar kazılmış, cesetler çıkarılmış, teşhis edilebileceği kadar teşhis edilmiş, yeniden gömülmüş, başlarına birer beyaz haç konmuş, üzerine isimleri yazılmış, yemyeşil çimenler döşenmiş; Johnston’s Jolly, Lone Pine, Plugge’s Plateau, Quinn’s Post gibi kabristanlara anıtlar dikilmiş. Mustafa Kemal’den de bir kitabe istenmiş, Anzak (Avustralya – Yeni Zelanda Kolordusu) ölüleri için (o yıl soyadı kanunu da çıkacak, dolayısıyla Atatürk olmak üzere; başka bir deyişle, gücü ve karizmasının doruğunda). Fikir ve taslaklar istemiş, daha çok “sofra” çevresinden. Hemen herkes klasik hamaset örnekleri getirmiş, “biz” ve “öteki” üzerine kurulu. Hepsini reddetmiş. Bir tek Hamdullah Suphi’ninki (Tanrıöver) farklıymış. Hah, demiş, buydu aradığım. Almış, artık kendisi ne kadar değiştirmiş bilemiyoruz, ama sonunda Şükrü Kaya’ya dikte ettiği metin şu olmuş:
Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz! Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.
Şimdi düşünürseniz, bunlar çok acayip, çok benzersiz cümleler aslında. Burada ne emperyalizm kalmış, ne aldatıcı bir fahişe (kahbe) olarak Garp/Medeniyyet/Yirminci Asır, ne düşman, ne istilâ ve işgal. Hepsi gitmiş, ölümün birleştirdikleri kalmış. Haklı-haksız savaş gitmiş, anaların ortak acıları kalmış. Milliyetçilik gitmiş, evrenselcilik kalmış. Öfke ve intikam gitmiş, barış ve barışma kalmış. Ama acaba her şey, yüce ve soylu duygulardan mı ibaret? Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa cephelerinde, (işçi ve emekçi kökenli erlerden çok) asıl subay sınıfının belirli bir “silâh arkadaşlığı” söz konusu. İster Sandhurst (Kraliyet Askerî Akademisi), ister Saint-Cyr (Özel Askerî Okulu), ister Kriegsschule (Harp Okulu) veya Kriegsakademie (Harp Akademisi) mezunu olsunlar, birbirleriyle Batı’ya özgü “centilmenlik” ilişkilerini az buçuk koruyorlar (tabii henüz Nazizm sahnede yok). Mustafa Kemal’in yaptığı ise şu, bir bakıma: Kendisi de profesyonel bir subay, bir Harbiyeli olarak, cömert bir el uzatıyor ama aynı zamanda (çaktırmadan) bir galibin elini uzatıyor, bütün o Sandhurst ve Saint-Cyr’lilere. Sizi öteki değil eşitim/kendim olarak kabul ediyorum diyor ve dolayısıyla Harbiye’nin Sandurst ve Saint-Cyr’le eşitliğini postüle ediyor, onun üzerinden de Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile, daha genel olarak bütün Batı ile eşitliğini postüle ediyor, şu beş altı satırda. Çanakkale ve Millî Mücadele’yi tek bir “Türk Çuşiması”nda mezcediyor. Galibin cömertliğinin reddedilmezliğini, Tanzimat’tan beri peşinde koşulan “muasır medeniyet seviyesi”ne erişme ve katılmanın, Batı’ya dahil olma ve Batı tarafından kabul edilmenin kozu, anahtarı olarak kullanıyor.
Tekrar pahasına. Lincoln: Kimseye kin değil, herkese şefkat ve merhamet duyarak (With malice toward none, with charity for all). Atatürk: Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır. İkisi de bizi, zafer sonrasında ölçülü cezalandırıcılık ve kucaklayıcı barışçılıkla neler yapılabileceği üzerinde düşünmeye çağırıyor.