Ana SayfaYazarlarDicle'den Naf Nehri'ne akan sular

Dicle’den Naf Nehri’ne akan sular

 

Türkiye, Arakan Müslümanlarının dramıyla 2012 yılının Ağustos ayında Budist militanların Arakan’da Müslümanlara yönelik başlattığı saldırılarla tanıştı. Oluşan duyarlılık üzerine Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, eşi Sare Davutoğlu, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan ve kızı Sümeyye Erdoğan bir uçak dolusu yardım malzemesiyle birlikte Myanmar'ın başkenti Napyidav'a uçtular.

 

İlk kez gidilen bu coğrafyada Türkiye’yi bir sürpriz bekliyordu; 95 yıl önce buraya getirilmiş Osmanlı askerlerinin yattığı şehitlikler.

 

Thayet-Myo ve Meiktila adında Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Osmanlı askerlerini getirdiği dört esir kampından ikisinin yanında yer alan 1000’e yakın Osmanlı askerinin yattığı şehitliklerin varlığından bile 45 yıl sonra 1961 yılında ülkeyi ziyaret eden Yeni Delhi’deki Türkiye büyükelçisi sayesinde haberdar olunmuştu.

 

Yıllarca kimsenin dokunmadığı şehitlikler çok bakımsız haldeydi. Meikhtilla’yı ziyaret etmek isteyen heyetten önce şehitliğe giden Dışişleri’nin öncü ekibi etrafı ziyarete hazır hale getirdiler. 95 yıllık gecikmiş ziyarette kürsüye çıkan Davutoğlu, şehitliğin tarihini özetledi:

 

"I. Dünya Savaşı'nda çok değişik cephelerden, Filistin'den, Mısır'dan, Irak'tan, Suriye ve diğer cephelerden toplanarak, esir olarak Basra'ya getirilip, daha sonra Basra'dan Karaçi'ye gemilerle, Karaçi'den Kalküta'ya trenlerle, Kalküta'dan da Yangon'a, oradan da buraya esir kamplarına getirilen dedelerimizin huzurundayız"

 

                                                                           ***

 

Peki, neden İngilizler esir aldıkları Osmanlı askerlerini bu kadar uzağa Burma’ya getirmişlerdi?

 

Bu sorunun cevabı bizim tarihimizden Arakan’da bugün yaşananlara ulaşan bir kapı açıyor.

 

Kapı yine epey geç bir vakitte 100. yıldönümü yaklaşırken yeniden hatırladığımız Kut’ül Amare Zaferi ile açılıyor.

 

29 Nisan 1916’da Halil (Kut) Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Kut’da İngiliz saldırısını geri püskürtüp kazandığı zaferden sonra İngiliz ordusunun başındaki General Townshend ile birlikte esir aldığı 13 bin İngiliz askerin bir kısmı Hintli askerlerden oluşmaktaydı. (Hintli derken bir milleti değil bir coğrafyanın insanları kastediliyor)

 

Ama sonu Arakan’a çıkacak hikaye esas bundan sonra başlıyor. Hatırlamak istemediğimiz Kut’ül Amare Zaferi’nden sonra olanlarla.

 

Kut’ül Amare’de beklenmedik bir yenilgi alan ve çok sayıda askerini esir veren İngilizler şaşkınlıklarını kısa sürede atıp, Ağustos 1916’da Irak’taki İngiliz Seferi Kuvvetleri Komutanı Sir Percy Lake’i görevden aldılar ve yerine Tümgeneral Maude’yi getirdiler. Maude, orduyu yeniden toparladı, bölgeye sömürgelerden yeni Hintli askerler getirildi.

 

Savunmadan saldırı durumuna geçmiş Osmanlı ordusu ise müttefik Almanların da isteğiyle daha sonra anlaşılacak büyük bir hata yapıp kuvvetlerinin bir kısmını Rus ordusuna karşı İran’a kaydırmıştı.

 

12 Aralık 1916’da Dicle nehri boyunca başlayan İngiliz taarruzu karşısında, Albay Kâzım Bey (Karabekir) komutasındaki 18.Kolordu’ya bağlı askerler direnmeye çalıştı. Ama İngiliz ordusu 24 Şubat 1917’de Kut’a ve 11 Mart 1917’de de Bağdat’a girdi. Birkaç ay sonra Bağdat’ta hastalıktan ölecek General Maude, “Bağdat Fatihi” ilan edilmişti.

 

Bu taarruzdan sonra Anadolu’ya doğru geri çekilen Osmanlı ordusu dağılmaya başlayacak, hem savaşın hem de imparatorluğun sonu görünecekti.

 

Osmanlı’nın Ortadoğu’dan çekilmesine neden olan bu karşı taarruzda General Maude ordusunun Dicle nehrini geçmesinde en büyük katkılardan birini Burma’dan getirilen 85. Burma Birliği’ndeki istihkamcılar ve lağımcılar yapmıştı.

 

Pek çoğu evlerinden kilometrelerce uzaktaki Mezapotomya’da hayatlarını kaybettiler, geri kalıp evlerine dönenlerse hizmetleri için nişanlar aldılar.

 

                                                                        ***

 

Peki bu taarruzda esir düşen Osmanlı askerleri, Burma’dan getirilen askerlerle birlikte oradaki kamplara götürülmüş olabilir mi? Bir tahminde bulunup gerisini tarihçilere bırakalım.

 

Ama Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun Irak cephesinde savaşı kaybetmesine yardım eden Burmalı askerlerin hikayesi bizi başka bir yere götürecek.

 

Aslında 1824’ten beri sömürgesi olan Burma’da İngilizler, çoğunluğu oluşturan Burmalıların asker olmasını yasaklamıştı. Bağımsızlık isteyen Burmalılara karşı orduyu azınlık olan etnik gruplardan oluşturmuşlardı.

 

İngilizler, sadece yerleşik gruplar arasındaki dengeleri kullanarak iktidarlarını sürdürmekle yetinmediler.

 

O yıllarda aralarında sınırlar olmayan Bengal bölgesinden Müslümanları, East India Company için çalışmak üzere Arakan’a göçe teşvik ettiler. Böylece 1824’ten önce Burma’da yüzde 1-2 olan Müslüman nüfusu artmaya başladı. Bu Müslümanlar kendilerine Rohingya adını verdi.

 

Müslümanların göç ettiği Arakan bölgesinin çoğunlukta olan yerli halkı Rakhine Budistleri’ni korkutan bir gelişmeydi bu.

 

Arakan’da Rohingyalı Müslümanlarla Rakhine Budistleri arasındaki çatışmaların 200 yıllık tarihi böyle başladı.

 

                                                                                 ***

 

 

1939’da İngiliz sömürge yönetimi, iki toplum arasındaki gerilimi gidermek için bir komisyon kurdu, yeni göçleri engellemek sınır kontrollerini artırdı ama bu kez de araya İkinci Dünya Savaşı girdi.

 

Bu kez sahneye ülkenin bundan sonraki tarihine hükmedecek Burma ordusu çıkacaktı.

 

Aslında burmalıların bir ordusu kalmamıştı. Çünkü İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’nda Dicle’yi geçmelerini sağlayan Burmalılardan oluşan askeri birlikleri Burmalı rahiplerin öncülük ettiği bağımsızlık isyanları yüzünden 1929’da güvenlik nedeniyle dağıtmışlardı.

 

Burmalılar içinse İkinci Dünya Savaşı İngiliz sömürgeciliğine karşı bir imkandı. Bu imkanı da Japonların yanında gördüler. 1941 yılında Japon ordusunun da desteğiyle Tayland’da Burma Bağımsızlık Ordusu kuruldu. Ordunun kurucusunun adı tanıdık gelebilir; Aung San.

 

Aung San Suu Kyi’nin babası.

 

1941’de Japon ordusu, Burmalı müttefikleriyle birlikte ülkeyi işgal etti. İngilizlerse Arakan’daki Rohingya Müslümanlarını Japon işgaline karşı tampon bir bölge oluşturmaları için silahlandırdılar.

 

Rakhine Budistleri de Burmalılarla birlikte İngilizlere karşı Japon ordusunun yanında yer almıştı.Ama büyük devletlerin silahlandırdıkları bu iki toplum ellerindeki silahları hasım oldukları birbirlerine karşı kullanmakta gecikmediler. 1942 yılında 20 bin Rakhine ve 5000 Rohingya Müslümanı bu çatışmalarda öldü.

 

Ardından kısa süreli Japon işgalinde bir otonom Burma devleti, savaşın sonunda ise Japonların kaybettiği görününce bu kez Japonlara karşı İngilizlerin yanına geçen Aung San ve Burma Bağımsızlık Ordusu.

 

1945’te İngilizlerle birlikte Japon işgalini bitiren ve ülkeyi kuran ordunun artık yeni bir adı vardı Tatmadaw.

 

Aung San yıllar sonra kurduğu ordunun kızını ev hapsine mahkum edeceğini herhalde düşünemezdi. Zaten bağımsızlıktan bir yıl önce İngiliz destekli geçici yönetimin başkanıyken bir suikaste kurban gitti. Suikastın İngilizlerin desteğiyle olduğu iddia edildi.

 

1948-62 arasında yaşanan İngiliz destekli demokrasiden sonra Tatmadaw, 1962’de yönetime el koydu. 2011’deki demokrasiye geçiş adımlarına kadar askeri bir diktatörlük kuruldu.

 

Bu diktatörlüğünün en büyük mağduru Rohingya Müslümanları oldu. Çünkü ordunun en başından itibaren doğal hasmı olmuşlardı. Orduda çoğunluk olan Budistleri ikna etmek için bu düşmanlığı ve tehlikeyi kullandı. Bölgeyi sarsan her krizde yeniden yaşanan çatışmalarla 1.5 milyon Rohingya Müslümanı Bangledeş, Pakistan, Tayland, Malezya, Hindistan ve ABD’ye göç ettiler.

 

Geri kalanlar içinse hayat hep zor oldu. 1982 yılında askeri rejimin yaptığı anayasada Burma vatandaşlığı için 1823’den önce Burma’da yaşamak şartı kondu. Böylece Rohingya Müslümanları, 150 yıldır yaşadıkları ülkede vatandaşlık hakkı alamadılar.

 

                                                                        ***

 

Hikayenin bundan sonrası da tanıdık. Myanmar hükümeti “Kürt diye birşey yok onlar kart kurt eden Türkler”e çok benzeyen şekilde “Rohingya diye bir şey yok onlar Bengal” diyor. Bir önceki Başbakan, “komşularımız ya da BM çok istiyorsa hepsini alabilir” bile demişti.

 

2000’lerin ortalarından itibaren cunta yönetimine karşı Budist rahiplerinin başlattığı direnişler 2011’de demokratik seçimlere izin verilmesiyle sonuçlandı. Ama başlayan açılım sürecinin de kurbanı yine Rohingya Müslümanları oldu.

 

2012 yılında Davutoğlu’nun da ülkeye gitmesine sebep olan olaylarda Rakhine Budistlerinin Rohingya Müslümanlarına yönelik saldırılarını kışkırtan ve silah verenin ordu olduğu, böylelikle hala ülkedeki Budistlerinin koruyucusu olduğunu göstermek istediği iddia ediliyor.

 

Daha sonraki krizler, katliamlar ve göç dalgaları ise Arakanlı Müslümanların kurduğu silahlı örgütlerin (en son Ocak 2017 ve son olarak 25 Ağustos’da) Mynamar ordusu ve polisine yönelik saldırıları ve bu saldırıya karşı ordunun, Rakhine Budistlerinin milis güçleriyle birlikte köy yakarak verdiği sert cevaplardan sonra başladı. O yüzden olan biten hakkında Myanmar hükümeti kendini “terörizmle mücadele ediyoruz” diye savunuyor.

 

Silahlı güçler arasında kalan bir halk. Göç edenlere gitmeyin savaşın diyen silahlı gruplar, onları ait olduklarını düşündükleri Bangladeş’e doğru kovalayan Mynamar ordusu ve vatanlarını savunduklarını söyleyen Budist Rakhine milisleri.

 

Bütün bu insan hakları ihlallerine karşı 2015 yılında babasının kurduğu orduya karşı seçimle iktidara gelen Aung San Suu Kyi için yapılan apoloji de tanıdık; “iktidarda ama muktedir değil”, “adım atarsa iyi sihhatte olsunlar ne der?”

 

Tabii terörizme yardımla suçlanan insan hakları örgütleri, emperyalistlerin maşası ilan edilen Royingha Müslümanları, ülkemizi karıştıran İngilizler komploları…

 

Sömürgecilikle dengesi bozulmuş, birbirine düşman olmuş toplumlar, askeri rejimlerin açtığı yaralar.

 

Birinci Dünya Savaşı Mezapotomya cephesinden Arakan’a vardık. Ama bazen tarihin esiri olmanın ucu böyle acı hikayelere de çıkabiliyor.

- Advertisment -