Trenle yolculuğu oldum olası çok sevdim. Başlarda hava şartları ya da ekonomik nedenlerle bir zorunluluk olsa da devamında özel bir tecrübe ve hatta romantik bir hazza dönüşen, kimi zaman nereye ve niye gittiğimizi unutturan bir memleket yolculuğu oldu benim için.
Ne çok şey yaşadım, ne çok şey borçlu oldum, karlı dağların arasından soğuk bir kısılmışlıkla ilerleyen derelerin ya da kendi kendinize sığamadığınız bir bahar havasındaki ovaların yanından geçerken ne çok rüyaya kapıldım. Ne çok güldüm, ne çok eğlendim. Geniş bir boşluğun ortasında tek başına duran ağaçlara üzüldüm. Beş kişinin dört biletle nasıl seyahat edebileceğini öğrendim. Uzak diyarlardaki çobanların ıslıklarına karşılık verdim. Trenin camına gülümseyen tertemiz çocukların yanından geçtim. Doğu’nun trenlerinin hemen her halini gördüm.
Bu ülkenin bütün bir kaderinin bu trenlerde yattığını hissettim ve de. Her bir istasyonun hem çok benzer hem de bambaşka hallerine tanıklık ettim. ‘Gezin’ istasyonunda gezdim, ‘kalın’ istasyonunda kalakaldım. Camdan süzülen yağmur damlalarından ayrılanların gözyaşlarını ayırdetmekte zorlandım. Gitmeyin de kalın ne olur der gibi bakan güzel yüzlü çocukların gözlerindeki buruk coşkuyu hep yanımda taşıdım. İstasyonlardaki iki üç evlik lojmanlarda geçen yaşamların arasına daldım. Durup dururken ağladım. Durup dururken şiirler yazdım. Bozkırın ortasında hiç gitmiyormuş gibi ilerleyen trenlerde yalnızlığı tattım.
Kısacası, memleketin taşını toprağını ve ondan ayırdedilmesi oldukça zor insanını en çok bu trenlerde tanıdım. Kocaeli’ye gelindiğinde bir duraklık mesafede elindeki pişmaniyeleri satmaya çalışarak geçinen adamın hikayesini yazdım. Çetinkaya istasyonu’ndan binip büyük şehre binbir zorluğun içinde çocuğunu okutmak için yola koyulan köylülerin çuvallarında neler olduğunu anlamaya çalıştım. İnerken yanlış valizi alıp giden yolcunun ardından kısmetine ne kaldığını anlamaya çalışan adamın o kadar da hayret etmeyen haline bakakaldım. Kalan çantanın içindekiler neredeyse aynıydı çünkü. Tıpkı hayatları gibi. Yemekli restoranlarda çakırkeyf adamların anlattıklarını uzak bir ülkeyi hayal eder gibi dinledim. Hastasını götürenlerin acısına karıştım. Cenazeye gidenleri de gördüm, acıdan inleyenleri de.
Bayramlaşmaya gidenlerin arasında kaldım. Bayram ziyaretlerini trende yapan farklı köyden insanların ikram ettikleri tatlılardan yediğim oldu. Bir trenlik yolculuklarda arkadaş oldum, kavga ettim, küs kaldım, yeniden barıştım. Kıbrıs’ta okumaya giden bir öğrenciyi yol boyunca teselli etmeye çalışıp başarısız oldum. Ne çok insan tanıdım. Her geçtiğim yerin taşına toprağına karıştım. Hayatım boyunca sabaha karşı Sivas garındaki kadar bir daha hiç üşümedim. Bir daha tek seferde hiç bu kadar uzun yolculuklar da yapmadım.
Kelimenin tam anlamıyla hayatımın yolculuklarıydı bunlar. İçinde hayatımız vardı, bir yerden bir yere akıyor gibi gözükse de hep aynı kaderin farklı istasyonlarındaki halinin içinden geçerken her defasında kendimden de birşeyler bıraktım. Şimdi gitsem bıraktıklarımı bulabilecekmişim, elimi uzatsam tek tek toplayabilecekmişim gibi hissettiren şeyin adını hiçbir zaman tam olarak koyamadım. Hüzün denebilirdi belki ama tam da değildi sanki. Daha çok hiçbir zaman söze dökülemeyen mısralar gibi. Bir daha yaşanamayacağını bildiğiniz ama tam da bu yüzden en canlı haliyle yaşattığınız hatıralar gibi.
Bu uzun yolculuklarda trenin raydan çıktığı da oldu uçurumdan yuvarlanmasına ramak kaldığı da. Aç kaldığım, 16 saatlik bir yolculuğu biletsiz ya da ayakta tamamladığım, on saatlik gecikmelere maruz kaldığım, kendimi piknik tüplerde koyulaşan çay partilerinin ortasında bulduğum da. Ne olursa olsun çok sevdim. Gençlik romantizmiyle Dostoyevski’nin Rus halkını Sibirya’ya sürgün edildiğinde tanıdığını okuduğumda aynı şeyi bizim için doğunun trenlerinin yapabileceğini düşündüm hep. Tek sayı çıkarabildiğimiz bir gençlik dergisinin ilk –ve de tek- yazısını bu trenlere ayırdım. Şimdi neler yazdığımı kelimesi kelimesine hatırlayamasam da bitirirken ‘vurucu’ bir final cümlesi olsun diye ‘işte o zaman bütün kara trenleri beyaza boyamayı düşleyeceğiz’ filan gibi bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Yanımda yıllar sonra ne kadar arasam da bulamadığım, hafızamı ne kadar zorlasam da tamamını hatırlayamadığım, Karadeniz’de çıkan MaviYeşil diye bir şiir dergisinden birkaç mısrayı içimden tekrarlayıp durdum; ‘Taflan taşıdım Göreleye, umut taşıdım’.
Bu ülkeyi tanımak için onun içine karışmak gerektiğini ve bunun yolunun da doğunun trenlerinden geçtiğini düşündüm hep. Anadolu’nun insan felsefesi bu trenlerde kağıda geçirilebilir diye düşündüm. Adını koyamdığımız, açığa çıkaramadığımız ne varsa burada kendini belli edebilir hissine kapıldım. Bir anadolu etnografisi yapılmalı, başlık olarak da ‘Anadolu’nun yolculuğu’ konmalıydı belki.
Yarı mistik bir coşkunlukla şarkılar söyledim. Hayatım boyunca bu trenlerdeki kadar Ahmet Kaya dinlemedim. Hayatım boyunca hiçbir topluluk önünde bir daha şarkı da söylemedim. Herkes hayatında mutlaka bu trenlerden birinde uzun bir yolculuk yapmalıydı, herkes bunu yaşamalı, Kalın istasyonunda kalmalı, Gezin istasyonunda gezmeliydi. Tren yolculukları benim için Reşat Nuri romanları gibiydi. Öylesine başlar, içinize işleyerek biterdi.
Bir keresinde, Kırıkkale dolaylarında Balışeyh diye bir kazanın yakınında büyük bir sarsıntı ve korkuyla raydan çıktık. Şehadet getiren kadınların çığlığı hala kulaklarımda. Başımızın üzerine yerleştirilen valizlerin bir anda üzerimize yığılmasının gümbürtüsü ve çocukların ağlamaları da. ‘Tren dıray yapmış’ sesleri duyuldu sonra. İşin hallolması için saatlerce bekleyeceğimiz kesindi ama kimse bunun ne kadarlık bir sürede olabileceğini kestiremiyordu. ‘Dıray yapmak’ da ne demekti?
Bir süre sonra en yakın ilçenin kaymakamı gelerek ziyaret etmişti. Siyah gür saçlı siyah bıyıklı yakışıklı bir adamdı. Sonra ne oldu acaba? Vali olabilmiş midir yoksa dıray yapmış trenleri artık olağan kabul eden bir yılgınlıkla taşrada kaybolup gitmiş midir? Heyecanlarına hayat bulamamaktan kendi dünyasına mı dönmüştür? Yanında çok sayıda kumanya getirmeyi de ihmal etmemişti. Çok güzel domatesler hatırlıyorum. Kaymakam bu olanları beklemiyordu belli ki. Panikli bir halde durumu idare etmek için epeyce uğraş veriyordu. Oysa trenin insanları için beklemek o kadar da garip bir şey değildi.
Bu insanların bu gibi durumlara ne kadar hazırlıklı olduklarını görmekten ne büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. Tam anlamıyla afallamıştım. Bütün hayatlarını bekleyerek geçiren insanlardı bunlar. En iyi bildikleri şeydi belki de..sabırla, ümitle, sessizce beklemek. Anadolu’da insanların her türlü duruma karşı hep hazırlıklı yaşadıklarını, sessiz bekleyişlerin içinde hayatın bütün olasılıklarına karşı kendini hazırlayan bir derinlik yattığını çok sonraları anlayacaktım. Öylesine, can sıkıntısıyla yapılan pasif bir bekleyiş değildi o, hayattan her şeyi bekleyen insanlara özgü bir kendini bilme, içten içe yanan bir aktiflik haliydi.
Bu insanlar, çoğu zaman hiç gelmeyecek olanı bekleyebilen, bunu bir hayat tarzı haline getiren ve zamanı içine hapseden insanlardandı. Tren onlar için asla bir ulaşım vasıtası ya da seyahat aracı değildi. Hayatı kesintiye uğratmaz, özel bir planlama gerektirmez, asla kimseyi dışarıda bırakmaz, herkesin kendisine yer bulabileceğini bildiği bir duraklar toplamıydı. Anadolu’nun bekleyişine ne kadar da uygun bir araçtı. Bir trene bindiğinizde bir yerden bir yere gitmezdiniz, sayısız durak ve insan size doğru gelirdi. Burada kimse bir yerden bir yere gitmez hayatının gelişini beklerdi .
Balışeyh istasyonunda ne çok bekledik böylece. Kaza sahaba karşı meyadana gelmişti ve şimdi saatler öğleni göstermekteydi. Kaldığımız yerin hemen kenarında tek tük evler vardı. Kavak ağaçları arasındaki harika yeşilliği de unutamam. İnsanlar bu yeşil alanı çok geçmeden bir piknik yeri haline getirmeyi başardı. Etraftaki evlerden çaylar, tüpler, yemekler geliyor, yeni tanışmalar ve kaynaşmalar yaşanıyordu.
Bir daha hiçbir yolculukta başıma gelmeyen bir şekilde ‘trendekiler’ ve ‘oradakiler’ olarak iki ayrı takım kurup uzun bir maç yaptığımızı da çok net hatırlıyorum. Ter içinde kalışımızı, sonrasında çocuklardan birinin evde yapıp getirdiği ayrandan içişimizi ise şimdi elimde aynı bardağı tutarcasına canlı bir duyguyla hiç unutmadım.
Şimdilerde Doğu Ekspresi çok moda. Bir zamanlar bir kaç saat kala gidip öğrenci harçlığıyla kolayca alabildiğimiz biletlerin aylar öncesinden tükenip kara borsaya düşeceğini söyleselerdi herhalde bunu hiç beklemezdik. Ne mutlu ki romantik bir gençlik akımı bütün heyecanlarını alıp trenlere olan yolculuğu arttırıyor gibi. Hani başka birşey dilesem olacakmış gibi.
Biraz fazla turistik ve bu yolculuktaki esas sırrın trenle gidilen yerde değil tıpkı hayatın kendisi gibi gitmenin kendisinde olduğunu tam olarak hissettiremiyor belki, çuvalıyla taflan taşıyan, umut taşıyan yol bilmez köylülerle karşılaşmayı, hastasının başında bekleşen memleketten insan manzaraları sunmayı o kadar vadetmiyor ama yine de içimizden geçirdiğimiz şiiri Anadolu’nun karla kaplı bozkırlarına bakarak trenin camında buğulanan bir rüyaya dönüştürmeyi sağlayabilir gibi gözüküyor.
Trenler bizi çağırıyor. Bir yerlere gitmek için değil, kendimize gelmek için belki de.