Haruki Murakami’nin “Kadınsız Erkekler” kitabındaki ilk öykü “Drive My Car” klasik bir erkek ön yargısı ile başlıyor: Hikâyedeki erkek kahraman Yusuke Kafuku kadınların kullandığı arabalarda rahat edemediğini, aslında kadınların iyi araba kullanamadığını anlatıyor uzun uzun. Normları erkeklerin belirlediği dünyada sık sık karşılaştığımız türden bir ön yargı bu. Ancak Kafuku, bu fikirlerini kimseyle paylaşamadığını, bu konunun başkalarına anlatmak için uygun bir konu olmadığını da ekliyor. Çünkü, siyaseten doğru olmaya dikkat edecek kadar Batılı birisi.
Çünkü, Murakami, tıpkı Orhan Pamuk gibi, iki arada bir derede yaşayan bir yazar. Bir yandan tüm dünyada yaşayan en büyük Japon yazarı olarak bilinirken, diğer yandan da ülkesi Japonya’ya, yaşadığı yer neresi olursa olsun, “Batı”dan bakan, dolayısıyla yazdıklarına Japonlar tarafından hemen bir yabancılaşma kulpu takılabilen birisi. Ama yine tıpkı Orhan Pamuk gibi, ülkesinde de çok okunuyor.
Murakami’nin bilinen klasik rock ve caz müziklerine olan tutkusu da gayet Batılı bir tutku. Öykülerine Beatles’ın şarkılarının isimlerini vermesi, romanlarında sık sık bu tip referanslar kullanması da bazılarına antipatik geliyor muhtemelen. Sanıyorum ki, bazılarımız, herhangi bir ülkenin edebiyatı denince o ülkenin insanlarının diğerlerinden ne kadar ayrıldığını okumak istiyoruz. Mesela, Murakami hep Japonların en Japon yanlarını yazsın gibi bir istek bu. Bense, Türkiye’de yaşayıp da benzer referanslarla kendi hayatında sık sık yüzleşen biri olarak, Murakami’yi çok samimi buluyorum, üstelik Japonya’yı da bu şekilde daha iyi anlattığını düşünüyorum. Biraz uzaktan bakmak, bazı şeylerin daha net görünmesini sağlıyor bence. Bu mesafe Japonlara bizim gibi uzaktan bakanlar açısından yakınlaştırma etkisini de getiriyor beraberinde. Hepimiz aynı dünyanın insanlarıyız ne de olsa.
Japon yönetmen Ryusuke Hamaguchi’nin yönettiği 2021 yapımı “Drive My Car” da Murakami’nin aynı adlı öyküsüne dayanıyor. Beatles’ın bir şarkısından alıyor adını, bu çerçeveyle bizi günümüz Japonya’sına ya da modernite sonrası dünyanın herhangi bir yerine götürüyor. Doğulu Batılı ayrımını geniş bir perspektifle ortadan kaldırıyor. Film, öykünün çok genişletilmiş bir hali olmakla beraber, net olarak Murakami anlatılarının ruhunu taşıyor.
40’lı yaşlarının sonlarında, birtakım kara delikler içerse de 20 yıldır “uyumlu” ve hatta “mutlu” yaşayan bir Tokyo’lu çift ile başlıyoruz filme. Esas erkek Yusuke Kafuku tiyatro yönetmeni ve oyuncu, karısı Oto Kafuku senarist, televizyon dizilerine senaryolar yazıyor.
Filmin neredeyse ilk 40-50 dakikalık kısmı asıl hikâyeye giriş gibi. Birlikte yaşamak, çeşitli tuhaf durumlara karşın birlikteliği sevmek, kaybetmekten korkmak, aldatılmak, yüzleşmekten kaçınmak…
Buraya kadar tamam da, tüm bunları yaşadığınız kişi, tam da bir yüzleşme kapısı aralanırken ölürse, neler hissedersiniz?
Yusuke, Oto’nun ani ölümüyle, zor bir kayıp hissiyle beraber, onu ilk elden anlayamamış olmasının, bu imkânın artık ortadan kalkmış olmasının ağır yükünü de taşımaya başlıyor. Kelimelerin ağzımızdan dökülüvermesi ile birlikte hissedilen o rahatlama ihtimali artık ortadan kalkmış. Elinde kalan, ölmüş olan karısını ona bakan başka gözlerden de görerek anlama seçeneği… Bu da az buz bir imkân değil ama cesaret gerektirdiği de açık.
Ölümden 2 yıl sonra Yusuke, Çehov’un “Vanya Dayı” oyununun yönetmenliğini yapmak üzere Hiroşima’ya gidiyor. Hiroşima’da, tiyatronun yöneticilerinin dayatmasıyla çok sevdiği eski model Saab arabasını bir şoförün kullanmasını kabul etmek zorunda kalıyor. Üstelik, kadın şoförler hakkındaki tüm ön yargılarına karşın, genç bir kadın olan Misaki oluyor şoförü. Ama Misaki “sadece bir kadına göre iyi değil, sahiden iyi bir sürücü…”
Misaki de, Yusuke gibi insanî ilişkilerden mümkün olduğunca kaçınıyor. Kendi dertleriyle yüzleşme konusunda epey yol kat etmiş, drama sevmeyen, bir rüşvet olarak iyi olmaktan hoşlanmayan genç bir kadın. Hayat onu çok iyi bir şoför olmaya adeta zorlamış, o da bu zorlanmanın hakkını vermiş.
Yusuke’nin Misaki’nin farkına varışı, başlangıçta mecburîyetten kaynaklanan bu ilişkinin şefkatli bir ilişkiye dönüşmesi, kızı yaşındaki (yıllar önce ölen kızı yaşasaydı Misaki ile aynı yaşta olacaktı) Misaki ile olan anlama/anlaşılma mutluluğu filmin en kısa özetinde yer alacak konular…
Daha geniş özette, Yusuke’nin Hiroşima’daki dönüşümünden bahsetmek gerek. Bir yandan “Vanya Dayı” için oyuncu seçimleri ve sonrasında okumalar ve provalar, bir yandan da genç kadın şoförüyle yaptığı günde 2 saatten uzun araba seyahatleri… Üstüne bir de eskiden karısıyla ilişkisi olduğunu bildiği genç oyuncu Takatsuki ile bolca içki içerek geçirdikleri gerilimli anlar…
Bu üç gerilim üzerinden Hiroşima, Yusuke için, sadece düşünmenin yetmediğinin, başkalarıyla ilişki kurmanın ve sürdürmenin gerekli ve bir süre sonra da vaz geçilmez olduğunu anladığı, hayatını yeniden kurma yeri hâlini alıyor.
Yönetmenlik yaptığı “Vanya Dayı” oyununun replikleri de “duygulanma hakkıyla” barışabilmesine imkân tanıyor. Aslında profesyonel hayatında kelimelerle derdi olan, kelimeleri önemseyen biri Yusuke. Dolayısıyla özel hayatında her türlü dramadan bucak bucak kaçarken, “Vanya Dayı” repliklerinin günlük hayatta sakince söyleniveren büyük ve hatta öfkeli ifadeleri üzerinden bir temizlenme, arınma yaşaması da mümkün hâle geliyor. Karısı hayattayken dramatize etmekten kaçındığı suçluluk hislerini, itiraflarını “Vanya Dayı” metni üzerinden saçıp dökme imkânı bu sürecin yaşanmasına yardım ediyor. Bir şekilde ruhunun bu yanlarını gösterme ihtiyacı içinde, zaten hepimiz açısından elzem bir konu değil mi bu?
“Bana tüm gerçekliği söyleyecek misin? Bilmemek benim için daha korkutucu.”
“Ah, her an geçmişin matemini tutmak, başkalarının başarılarını görmek, burada korkarak ölümü beklemekten başka hiçbir şey yapmadan oturmak o kadar korkunç ki. Dayanamıyorum! Dayanacak gücüm yok.”
“Yaşamak, başarı kazanmak, dünyanın karmaşasına katılmak istiyorum; ama işte, burada sürgündeyim.”
Ortalık uzunca bir süreden beri sanki her gün daha da fazla toz duman içinde olduğundan kişisel olanlar hep arka plana itilmek zorunda kalıyor. Belki bu nedenle, ben böylesine bizi kendi içimize bakmaya, buradan başkasını görmeye davet eden, insanî ilişkileri ön plana çıkaran filmleri izlemeyi eskisinden daha da çok seviyorum. Ama tabii, En İyi Film, Yönetmen, Senaryo ve Uluslararası Film dallarında Oscar adayı olan, şimdiden Bafta’dan Cannes’a bol bol ödül toplamış “Drive My Car”ı, isterseniz bu adaylıklardan/ödüllerden dolayı da izleyebilirsiniz, bunlar da yabana atılacak gibi değil. Zaten iki sebep de aynı kapıya çıkıyor neticede.