Hükümetin kişisel gözlemlere verilen anlamla ekonomi politikası oluşturmasının bedelini, döviz ve faiz seviyesindeki düzenli artışla ödüyoruz. İktidar çevresinde kimse yanlışa itiraz etmiyor ya da edemiyor…
Seçimlerin rahat kazanılamayacağı anlaşılınca atılan popülist adımlar ise, artık kısa vadede bir geri dönüşü olanaksız kılıyor. Çünkü makro dengeyi yeniden sağlamak için faizi radikal bir biçimde artırmaktan başka yol kalmadı. Bugün Merkez Bankası ‘pencere’ faizi 13,50 ama bir yıllık tahvillerin faizi 17,50… Yani bankalar Merkez’den alıp tahvile yatırdıklarında havadan yüzde 4 kazanabilirler. Ama yine de tahvillere talep düşük, çünkü herkes faizlerin daha da artacağı beklentisi içinde. Haksız değiller… Çünkü hükümetin sürdürdüğü ekonomi anlayışının tek garantili sonucu daha yüksek faiz ve döviz…
Öte yandan rasyonel bir politikaya kısa vadede dönüş zor çünkü bir taraftan kamu bankalarına emlak alımlarında yüzde 13 ile kredi verdirtirken, Merkez Bankası faizini 18’lere çekemezsiniz. Aksi halde o bankalara bir yandan büyük bir görev zararı yazdırır, diğer yandan da onları yurt dışında fahiş faiz oranlarına mahkum edersiniz. Buna karşılık faizi olması gereken yere çektiğinizde de popülizmden vazgeçmek durumunda kalır ve belki de seçimi kaybedersiniz.
Dolayısıyla gerçekçi bir beklenti olarak, belki de seçimlere kadar faize dokunulmayacak ve bu da döviz sepetini 5.50’ye doğru çekecek. İdari açıdan da rahatlama beklenmemeli… Erdoğan Merkez Bankası’nın ‘bağımsız’ olduğunu söylüyor ama hükümetin politikasını desteklemesi gerektiğini de vurguluyor. Sorun şu ki hükümetin politikası düpedüz yanlış ve Merkez o yanlışa razı geliyor. Nitekim Erdoğan Londra’da 24 Haziran sonrası ekonominin dizginlerini eline alacağını söylediğinde, piyasa en rasyonel tepkiyi vermiş ve döviz bir anda yüzde 3 yükselmişti.
İşler o hale gelmiş durumda ki, akılcı bir önerme olarak hükümet ile Merkez arasında ‘koordinasyon’ olması gerektiği söylendiğinde bile, bunu duyanlar hükümetin Merkez üzerinde baskı kuracağını öngörüyorlar. Yapılan yanlışlar her geçen gün ekonomi yönetiminde daha dramatik bir idari ve politik değişim ihtiyacını ortaya çıkarıyor.
Bu tabloya baktığınızda haliyle niye böyle davranıldığını açıklama ihtiyacı içine giriyorsunuz. Görünen o ki Erdoğan samimi olarak ekonomiden anladığını ve başka herkesin de bu konuda kendisiyle hem fikir olduğunu düşünüyor. Ne var ki bu kabuller gerçekler karşısında fazlasıyla zorlanıyor. Diğer taraftan söz konusu varsayımlara tutunup ekonominin geldiği nokta değerlendirildiğinde, haliyle ‘küresel faiz lobisi’ türü nedenler aranmaya başlanıyor. İşin hazin tarafı, bu ekonomi politikası ile sadece inşaat lobisi ve ona paralel ‘yerli ve milli’ döviz lobisi desteklenmiş oluyor.
İronik olan ise şu: Türkiye son dönemde gayet istikrarlı bir çizgi tutturmuş durumda. Ne yazık ki bu ‘istikrar’ olumlu bir anlama sahip değil… ‘Olumsuz’ yöne, tıkanmaya doğru istikrarlı şekilde ilerliyoruz. Ekonominin dengelerini bozma pahasına büyüme peşinde koştuğunuzda elinizde ‘şişirilmiş’, ileride patlayacağı kesin, ama o noktaya kadar ‘istikrarlı’ bir kontrolsüzlük kalıyor.
***
Belirsizlik meselesinde de benzer bir ironi var. Gelişmekte olan ekonomilerin en önemli özelliklerinden biri taşıdıkları belirsizliklerdir. Ama bizde belirsizlik de artık çok az… İnsanlar yanlış politikanın devam edeceğine güvenerek karar alıyorlar…
Bu apaçık irrasyonel ve karamsarlık verici durumun seçimlerde değişeceğine dair beklentiden başka şu an için elde olumlu bir veri yok. Öte yandan cumhurbaşkanlığını kazanma ihtimali en yüksek kişi tabi ki Erdoğan ve onun ekonomide şu anki yanlış politikadan vazgeçme gibi bir niyetinin olmadığı anlaşılıyor.
Sonuçta bu yanlışların bedelini bütün toplum ve ülke öderken, sorumluğu tümüyle Erdoğan’a yıkmak da doğru olmayabilir. Çünkü ekonomiden gerçekten anlayıp çeşitli kaygı ve heveslerle ağzını açmayanlar da en az o kadar suçlu.
NOT: Merkez Bankası faizi 3 puan artırarak döviz kurunun köpüğünü aldı. Gerekliydi, ama popülizmden uzaklaşılmadığı sürece yeterli olmayacak…