Önce 1991’de Turgut Özal yaptı bunu; Anavatan Partisi’nin (ANAP) genel başkanlığını bıraktı ve cumhurbaşkanı oldu. Onun vefatından sonra bu kez Süleyman Demirel aynı yolu takip etti; Doğru Yol Partisi’nin (DYP) başından ayrıldı ve 864 rakımlı tepenin yeni konuğu oldu. Demirel, siyasi liderlerin fırsat doğduğunda hemen Çankaya yoluna revan olmaya başlamasının nedenini açıklarken “Cumhurbaşkanlığı, kimsenin elinin tersiyle itebileceği bir makam değildir”diyordu.
Ancak hem Özal hem Demirel devletin en tepe noktasına çıkmalarına rağmen tatmin olmuş değillerdi. Yirmi dört saat politikanın içinde olmayı arzuluyorlardı. Cumhurbaşkanlığının törensel havası onları kesmiyordu. Sıcak siyasete dilediğince müdahil olamamaları, akıllarındaki projeleri hayata aktaramamaları onlara sıkıntı veriyordu. Bu sebepten ötürü, cumhurbaşkanı olsalar da partilerinden ellerini çekmiş değillerdi. Bir gün bir şekilde tekrar partiyi yönetmenin planlarını kuruyorlardı. Ancak ANAP’ta Mesut Yılmaz, DYP’de Tansu Çiller direngen çıktı; bu hevesin önüne set çekti. Sonuçta, farklı bazı arayışlara girseler de ne Özal ne Demirel tekrar partisinin başına geçebildi.
“Bürokrat arası”
Ahmet Necdet Sezer ile yaşanan “bürokrat arası”ndan sonra, 2007’de Cumhurbaşkanlığı Köşkü yeniden siyasi kişiliklere ev sahipliği yapmaya başladı. Abdullah Gül, Özal ve Demirel’den farklı olarak, genel başkan değildi. Ve yine Özal ve Demirel’den farklı olarak, partinin iç işlerine müdahale etme gibi bir niyeti de yoktu. Zira partinin başında Recep Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir lider vardı. Gül ile Erdoğan arasında, Özal ile Yılmaz ve Demirel ile Çiller arasında yaşananlara benzer bir parti içi iktidar mücadelesi yaşanmadı.
2014’te Gül’ün görev süresi doldu. Ondan sonra makama Erdoğan’ın geçeceği belliydi. Bir ara Gül’ün partinin başına gelmesine dair bir gündem oluştuysa da çok etkili olmadı. Erdoğan genel başkanlık için tercihini Ahmet Davutoğlu’ndan yana kullandı. Gül köşesine çekildi; Davutoğlu genel başkan ve başbakan oldu, Erdoğan da halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olarak Beştepe’ye yerleşti.
Erdoğan döneminin, Özel ve Demirel dönemleriyle hem benzeşen hem ayrışan yönleri oldu. Selefleri gibi Erdoğan da partiyi ve cumhurbaşkanlığını birlikte idare etmek istedi. Bu açıdan, Özal ve Demirel’e nazaran hep daha avantajlı oldu. Çünkü Özal ve Demirel, cumhurbaşkanı olduktan sonra partileri üzerindeki kontrollerini yitirdiler. ANAP’ta ve DYP’de, Özal ve Demirel’in arzusu hilafına kadro ve siyasi çizgi değişikliği oldu. Onların yerine oturan genel başkanlar, partiyi kendi bildikleri gibi yönettiler ve uygun gördükleri bir siyasi yörüngeye oturttular. Dolayısıyla Özal ve Demirel, cumhurbaşkanı oldular ama partilerini kaybettiler.
Sıfır sorun
Oysa Erdoğan’ın hikâyesi ayrı bir seyir izledi. Cumhurbaşkanı olduğu ilk günden beri Erdoğan, hem hükümetin hem partinin mutlak hâkimiydi. İki genel başkan ve başbakan ile çalıştı. Davutoğlu ile ilişkilerinin sorunlu olduğuna dair genel bir kanaat var. Kısmen doğru; fakat burada da iki husus hatırlanmalı. Bir, ikili arasındaki görüş ayrılığı sayıca sınırlı konularda oldu. Ve iki, bu konularda da son sözü Erdoğan söyledi. Yani Davutoğlu’nun tavrı Erdoğan’ın hâkimiyetinebir halel getirmedi.
Yine de Erdoğan bunu dahi bir sorun olarak gördü ve sözünün üstüne bir söz söylenmesi ihtimalini tamamen bertaraf etmek için parti ve hükümeti Davutoğlu’nun elinden alıp Binali Yıldırım’a verdi. Erdoğan-Yıldırım ikilisi bugüne kadar “sıfır sorun” ile işleri götürdü. Hülasa, Özal ve Demirel’in cumhurbaşkanlıkları onların partileri üzerindeki egemenliklerini önce daraltmış ve zamanla ortadan kaldırmıştı. Erdoğan ise cumhurbaşkanlığını partisindeki kudretini pekiştiren bir kaldıraca dönüştürdü.
Hasret ve vuslat
16 Nisan’da resmi ayrılığın anayasal dayanağı ortadan kaldırılınca, Erdoğan hemen partisine döndü. Özal ve Demirel’in başaramadığını Erdoğan başardı. İktidar ve iktidara yakın mahfillerde buna çok muazzam bir değer atfediliyor. Erdoğan’ın partisine dönüşünün Türkiye siyaseti için tarihi bir dönüm noktasına denk düştüğü belirtiliyor; hem AKP’nin hem de Türkiye’nin şaha kalkacağının müjdesi veriliyor.
Şöyle bir hava yaratılıyor: Sanki Erdoğan, partisinden gerçekten ayrı düşmüş. Partisinin politika tercihlerine müdahale edememiş ve tesirde bulunmamış. Parti bu yüzden yanlış yollara sapmış. Erdoğan’ın kılavuzluğundan mahrum kaldığı için hatalar yapmış. Şimdi ise Erdoğan dönecek. Etrafı derleyip toplayacak. Yabani otları ayıklayacak, eksikleri ve hataları giderecek. Böylelikle kendine gelen parti hem kendisini hem de Türkiye’yi olması gereken rotada ilerletecek.
Oysa gerçek böyle değil. Cumhurbaşkanı olduktan sonra da partiyi de hükümeti de bilfiil Erdoğan yönetti. Hükümetleri, bakanları, kritik noktalardaki bütün bürokratları Erdoğan tayin etti. Partinin MKYK’sını, milletvekillerini, teşkilatlarını o belirledi. Hükümet politikalarına o yön verdi. Onun “olur” vermediği tek bir iş yapılmadı. Dolayısıyla eğer ortada bir başarı varsa, bunda birinci derecede pay Erdoğan’a ait. Ama aynı şekilde başarısızlığın da sahibi Erdoğan demek.
Zihniyet meselesi
Ezcümle, Erdoğan her zaman partideydi, hükümetteydi, her işin altında onun imzası vardı. Dolayısıyla abartılı “hasret” ve “vuslat” dizeleri yazmanın bir gereği yok; çünkü ortada ne gerçek manada bir “hasret” var ne de bir “vuslat”.
Bu itibarla Erdoğan’ın dönüşüne çok büyük manalar yüklenmemeli. AKP’nin sorunu Erdoğan’ın partiye üye olup olması değil. AKP daha derin, zihniyetle alakalı bir problemyaşıyor. Zihniyet meselesi ise iki boyutlu. Biri, aşırı merkeziyetçilik. Her sorunu ve talebin merkezine kendine koymak, her şeyi tek bir kişiye (kendine) bağlayarak çözme ve karşılama gayreti demek. Buna, özgürlükçü ve demokratik perspektiften gitgide uzaklaşmak eşlik ediyor.
AKP asıl bunun üzerinde durmalı. Giderek aşırı merkeziyetçi ve özgürlük karşıtı bir tona bürünen zihniyetle yüzleşmedikçe ve ondan yakasını kurtarmadıkça, tek başına Erdoğan’ın partiye dönmesi ne partinin sendelemesini durdurur, ne de partiye bir ivme kazandırır.