Zagrep’te 180 yıllık Hırvat Ulusal Tiyatrosu’nun tarihî salonundayız. Hırvatistan’da İslam’ın resmen ve eşit bir din olarak tanınmasının 100. Yılı kutlanıyor. Hırvatistan’ın kadın cumhurbaşkanı konuşmasına "Selamün Aleyküm" diye başlıyor. “Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun” diye Hırvatça devam ediyor. Orkestranın kadın solistlerinden biri Türkçe bir ilahi okurken, arkada Kâbe görüntüleriyle Suriyeli besteci Melek Jindali’nin bestesi çalınıyor. Sonra başörtülü kızlar ve takkeli erkeklerden oluşan koru sahneye çıkıyor. Bir kadın ve bir erkek Kur'andan âyetler okuyor. Sonra konuşmalar arasında tekrar Hırvatça ve Boşnakça ilahiler. Salonun ön tarafını ise sarıkları ve cüppeleriyle Türkiye’de yerine Diyanet’in kurulduğu Meşihat’tan hocalar doldurmuş…
Töreni izleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Emine Erdoğan’ın aklından bir an için 19 yıl önce Başbakan’ın o cüppeli sarıklı hocaları konutunda iftara çağırdığı için devrildiği, sadece 9 yıl önce bir gece yarısı Genelkurmay Başkanlığı’nın içinde “Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği” gibi cümleler geçen e-muhtıra verdiği gibi kötü hatıralar geçmiştir herhâlde.
Neyse ki Hırvatlar bunların hiçbirini bilmiyor. Nasıl açıklayabilirdik ki?
Bundan 18 yıl önce 30 Mart 1998 günü o konser salonunda yaşananları da anlatamazdık.
Ankara Müzik Festivali’nin açılış konseri için havaalanı yakınlarındaki salona ulaşmaya çalışanları çamurlu yollar bile engelleyemiyordu.
İlginin sebebi Türkiye’de ilk kez çalınmayacak olan Beethoven’in 9. Senfonisi değildi şüphesiz. 28 Şubat’taki Millî Güvenlik Kurulu toplantısının bir ay sonrasıydı.
Ankara’nın asker ve sivil bürokrasisini aileleriyle yollara döken Refah-Yol iktidarına bir mesaj daha vermekti. “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarıyla inleyen salonun nabzını iyi tutan Cumhurbaşkanı Demirel sahneye çıkıp o meşhur konuşmasını yaptı: “Bu muhteşem tablo çağdaş Türkiye tablosudur.”
Bir ara “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarının şiddeti artmış onlara yoğun yuhalama sesleri de katılmıştı. Çünkü salona Refah-Yol hükümetinin Kültür Bakanı girmişti; İsmail Kahraman.
(O günün anlatıldığı "Şimdi ve Burada"nın özel bölümü için http://haberturk.tv/programlar/video/simdi-ve-burada-3-mart-persembe/171850)
Herhalde 1960’lardan beri siyasetin içinde olan İsmail Kahraman’ın kuşağından bir dindar için laiklik denince akıllara pek de iyi hatıralar gelmemesi şaşırtıcı değil…
Sadece bir gazetenin arşivine girip, mürteci, irtica yazdığınızda karşınıza Arapça ezan okudukları, yasa dışı Kadir Gecesi ayini yaptıkları, Said Nursi’nin kitaplarını okudukları, çarşaf giyip, sarık taktıkları, türbeye girmek istedikleri, zikir yaptıkları için tutuklanan binlerce insanın haberi çıkar.
Sadece Arapça ezan ve başörtüsü yasağı bile Türkiye’deki laiklerin, ABD’deki siyahlara ayrımcılık yapan beyazlarınki kadar yüzlerini bir yüzyıl daha utançtan yerden kaldırmamalarına yeter.
Türkiye’de yıllarca laiklik dinin hayatın içinde görünür olmasından utanan, korkan, onu eve, kırsala, halının altına süpürmeye çalışan, aşağılık kompleksi ve self-oryantalizmden mülhem bir İslam düşmanlığı olarak uygulandı.
Ama laikler yine de çok şanslı sayılırlar
Dindarların çoğunlukta olduğu bir toplumda arkalarına orduyu alarak yıllarca yaptıkları ve hâlâ bir milim bile öz eleştiri vermeyip, hâlâ kabadayılıkla atar yapabildikleri bu laikçi küstahlık ve zorbalıklarına rağmen dindarlar hiçbir zaman radikalleşmedi, ellerine silah almadı, radikal İslamcı fikirler Türkiye’de kendine taraftar bulamadı.
Türkiye’deki en ‘radikal’ İslamcı hareketin 1960’ların ortasında beri partisi var, partileri dört kez kapatılmasına rağmen ısrarla demokratik sistem içerisinde ve meşru dairede mücadele vermeyi tercih ettiler. Bugün küfrettikleri İsmail Kahraman da o gelenek içinde 40 yıldır demokratik ve laik sistem içinde inatla siyaset yapan bir isim.
Laiklerin şansı burada da bitmiyor. Cübbe giyen tarikat şeyhlerine Ramazan’da iftar verdi diye devirmelerine, ülkede yaşayan kadınların çoğunluğu gibi başını örten bir kadın milletvekilini Meclis’ten “dışarı, dışarı” diye kovalamalarına rağmen bile Türkiye’de dindarlar radikalleşmedi, sokaklara çıkmadı, öfkelenip gayrimeşru yollara sapmadı, intikam yeminleri etmedi, şeriatın uygulanmasını isteyen hareketler güçlenmedi.
Hatta o günlerin özeleştirisini yapıp, daha da kapsayıcı ve büyük bir harekete dönecek AK Parti kuruldu.
O AK Parti iktidarında, en başında itibaren, sürekli merakla beklenmesine rağmen, kimin ne giydiği, ne içtiği, nasıl yaşadığına kimse karışmadı. Hatta laik hayat tarzının önünü açan düzenlemeler yapıldı, 1994’ten beri bu çizgideki partiler tarafından yönetilen İstanbul herhâlde 2000 yıllık tarihinin en çok içkili mekânı olan İstanbul’u.
AK Parti, laik hassasiyetlere o kadar dikkat gösterdi ki, temel bir özgürlük meselesi olan üniversitede başörtüsü yasağını bile iktidarının 10. yılında kaldırdı. İlk denemesinde de az kalsın kapatılıyordu.
Bütün bunlara rağmen “Laiklik elden gidiyor” pankartlarını çöpe atmayan, Türkiye’nin şımarık laiklerinin kısmeti burada da kapanmadı.
O laikçi zorbalık yüzünden kendi kızlarını yurt dışında okutmak zorunda kalmış, hapse atılmış, siyaseten yasaklanmış Cumhurbaşkanı, elinde bunu yapabilecek güç, toplumsal destek varken, karşısında buna direnebilecek bir muhalefet ve ordu da yokken, tabanını en azından bunu savunarak çok mutlu edebilecekken Anayasa’da İslam’a atıf yapılması tekliflerine şöyle cevap verdi Zagrep’te:
“Bunların hepsi boş şeyler. Anayasa’da bu ülkedeki tüm dinî grupların inançları güvence altına alınıyorsa, devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması esas alınıyorsa, özellikle İslam’a vurgu yapmaya ne diye ihtiyaç olsun? Ben bir Müslüman olarak inancımı istediğim gibi yaşayabiliyorsam mesele bitmiştir. Hristiyan Hristiyanlığını yaşayabiliyorsa onun için de bitmiştir. Musevi Museviliğini yaşayabiliyorsa onun için de mesele bitmiştir. Ateist ateistliğini yaşayabiliyorsa onun için de bitmiştir…”
Burada da bitmiyor. Batı medyasının isminin başına "İslamcı" koymadan mutlu olmadığı aynı Cumhurbaşkanı, sadece Türkiye için değil, diğer Müslüman ülkelere de laikliği nasıl tavsiye ettiğini de anlattı:
“Ben bu konudaki görüşümü, Mısır’da Kahire’de o dev opera binasındaki konuşmamda da söyledim. Laikliğin, devletin tüm farklı inanç grupları için bir güvence olduğunu, bütün farklı inanç gruplarına eşit mesafede durması olduğunu anlattım. Hatta o zaman, şimdi hapiste olan Müslüman Kardeşler yetkilisi Muhammed Bedii, ‘Bu dediğiniz nasıl bir şey’ diyerek şaşkınlığını dile getirmişti. Ben de kendisini kahvaltıya çağırmıştım. Kahvaltıda kendisine anlatmamın akabinde de, ‘Böyle olduktan sonra ben de bunu tasvip ediyorum' demişti…”
"Modern İslamcılığın" kurucu babalarından Hasan El Benna’nın oğlu Seyfülislam Benna’yı da aynı gezide ziyaret ettiğini, onun da çerçevesini çizdiği bu laiklik anlayışını benimsediğini anlatmıştı Cumhurbaşkanı.
9 yıl önce “Sözde değil, özde laik” diyerek karşısına çıktıkları bu Cumhurbaşkanı, “sözde değil özde laik” çıkması yetmezmiş gibi, bir de yıllarca altını oyduğu, karşı çıktığı, yok etmek istediğini söyledikleri laikliği kurtarmasın mı?
Türkiye’de laikliğin karşı karşıya kaldığı en ciddi tehdit cemaatti. Eğer cemaat 17/25 Aralık’ta laiklerin alkışları arasında başarılı olsaydı ordu, emniyet, MİT, yargı ve bütün bürokraside ve tabii ki siyasette hakimiyetini kuracak, bütün bu hakimiyetin ipleri de Fethullah Gülen’in eline verilecekti.
Son sözü o söyleyecek, onun fetvaları, icazetleriyle devlet hareket edecekti.
İşte bunu Tayyip Erdoğan engelledi. Ancak da o engelleyebilirdi. Eğer 17/25 Aralık’ta iktidarda onun partisi değil, CHP olsaydı, bütün olan biten CHP iktidarının dindar bir cemaati ezmesi olarak okunur ve bütün muhafazakâr kitleler buna karşı direnirdi. Ama devletin içerisine sızmış bir dinî cemaatin tasfiyesini de Erdoğan yaptı.
Laikler henüz farkında değil, “yine mi paraleller” diye dalga bile geçiyorlar ama nasıl olsa ileride anlayacaklar.
Türkiye’de laikliği Erdoğan kurtardı. AK Parti’nin ortaya koyduğu sentez Türkiye'deki dindarları bütün coğrafyamızı etkileyen radikal akımlardan korudu, hâlâ da koruyor.
Hâlâ daha “Anaokulu öğrencileri camiye götürüldü” başlıklarıyla fabrika ayarlarına dönüp, insanların çocuklarını nasıl yetiştireceği hakkında küstahlık yapmayı laikliği savunmak zannetmekten vazgeçmeyen bu laikler, hâlâ liberalinden, solcusuna kriz anlarına ortaya çıkan İslam düşmanlıkları, çoğunlukta olan dindarlarla birlikte yaşamak için kıllarını kıpırdatmamaları bir tarafa, kullandıkları aşağılayıcı, tahkir edici dil nedeniyle bu kadar şanslı olmayı aslında hak etmiyorlar.
Eğer laikliğe aykırı değilse hak etmedikleri bu nimetler için, uzun yılların biriktirdiği tecrübeler sonucunda Türkiye’nin yakaladığı bu fikri olgunluk için Allah’a her gün şükretmeliler!
Düzeltme:
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Zagrep’te gazetecilere yaptığı 1.5 saatlik sohbet benim imzamla da Türkiye gazetesinde yayınlandı. Görüşmenin kaydını geziyi izleyen gazeteciler aralarında bölüşüp transkriptini birlikte yaptıkları için bütün gazetelerde aynı metin yer aldı. Röportajdaki bir soru ve cevap eksik ve hatalı olarak çıktı. Hatta bu bölüm üzerine tartışmalar, yorumlar da yapıldı. Milat gazetesinden Ali Adakoğlu bizzat tartışılan bölümdeki soruyu soran gazeteci olarak konuya açıklık getiren bir yazı yazdı. http://m.milatgazetesi.com/fitneye-malzeme-olmayiz-makale-83016#.VyMF9WVqIrg.twitter
Türkiye gazetesi okurları için de yanlış anlamalara fırsat vermemek için kısaca konuya açıklık getirmek isterim.
Önce gazetelerde çıkan versiyonu hatırlayalım:
“Geçtiğimiz günlerde sayın Başbakan, 'Tam Başkanlığı benimsiyorum dersem, kendimi inkâr etmiş olurum' anlamında bir cümle kullandı. Siz de daha önceki konuşmalarınızda, eğer tam Başkanlık Sistemi benimsenmiyorsa, Partili Cumhurbaşkanlığı'na geçeriz diye bir öneriniz vardı. Şimdi yeni anayasa nasıl hazırlanmalı?
Onu bana değil, Ahmet Bey'e soracaksın. (Gülüşmeler) Benim meşveret meclisimdeki danışmanlarımla bu konuda çalışmalar yapıyorum. Şimdi tuzağa düşersek yanlış olur. (Gülüşmeler) Dersime çalışıyorum. Bakıyorum yani, anayasacı arkadaşlarım tüm dünyayı taradılar. Araştırdılar. Biz alternatifler sunuyoruz.”
Ses kaydından tekrar dinleyip teyid ettiğim yukarıdaki sorunun ve Cumhurbaşkanı’nın cevabının tam hâli aslında şöyleydi.
“Ali Adakoğlu: Bir de yeni Anayasa ile ilgili efendim. Geçtiğimiz günlerde Sayın Başbakan 'Tam başkanlığı benimsemiyorum dersem kendimi inkâr etmiş olurum' anlamında bir cümle kullandı. Siz de biraz önce ve daha önceki konuşmalarınızda eğer tam başkanlık sistemi benimsenmiyorsa partili cumhurbaşkanlığına geçebiliriz diye bir öneriniz vardı. Yeni anayasa nasıl hazırlanıyor? İstişarelerinizi AK Parti bu bağlamdaki anayasa taslağını tam başkanlık mı yoksa partili cumhurbaşkanlığı bağlamında mı kabul ediyor?
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Ali şimdi onu bana sormayacaksın ki onu Ahmet Bey’e soracaksın (Gülüşmeler) AK Parti’nin başkanı ben değilim ki (Gülüşmeler) Ben şimdi kendi meşveret meclisimdeki arkadaşlarımla bu çalışmaları yapıyorum..”
Bir kelimenin hatalı yazımı ve bir cümlenin eksikliği anlamı tamamıyla değiştirdi görüldüğü gibi. Bu kadar yorucu gezilerde, uzun transkriplterde yaşanacak hatalar bunlar.
Bu arada Başbakan soruda ana fikir olarak aktarılan açıklamasını da Habertürk’te yaptığımız "Şimdi ve Burada" programında yapmıştı. Başbakan “Başkanlık sistemi olursa siz yapacaksınız” diye soran bir öğrenciye cevap verirken başkanlık sistemini destekleyen açıklamalar yaptıktan sonra şöyle demişti:
“Bu olursa ben koltuğumu kaybederim dediğimde ben ruhumu, davamı, aşkımı kaybetmişim demektir”
https://www.youtube.com/watch?v=ZwUbeI1Fmek
Böylece en azından arşivlere doğrusunu geçirmiş olduk.