[14 Ağustos 2020] Ataerkilliğin bütün tarihini çıkarmaya kalkmayacağım kuşkusuz.
Çok gerilere gidiyor, belki “başlangıcı”nı bilemeyeceğimiz kadar. Bir zamanlar, 19. yüzyıl antropolojisinin (yukarıda soldan sağa sıraladığım Henry Lewis Morgan’ların, Johann Jakob Bachofen’lerin, James Frazer’ların) bitişiği veya uzantısında, klasik Marksizmde de çok kuvvetli bir matriyarki inancı mevcuttu. Matrilineallik (yani soyun kadın tarafından hesaplanması) birçok klan-ve-kabile topluluğunda gözleniyordu gerçi. Herhalde, erkeğin üremedeki rolünün henüz anlaşılmadığı, tasavvur edemediğimiz derecede eski bir dönemden kaynaklanıyordu.
Ama örneğin Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni başlıklı (1884) çalışmasına da yansıyan anlayış, bunun çok ötesinde, tam bir anaerkil toplum, her şeyiyle kadınların yönetmiş olduğu bir toplum tasavvuruydu. İnsanlık önce kadın-egemen ve ancak sonra erkek-egemen bir aşamadan geçmiş olmalıydı. İlkel komünizm (veya ilkel komünal toplum) hipotezi ile matriyarki (mutterrecht) hipotezi arasında işlevsel bir paralellik ve içiçelik söz konusuydu. Madem bir zamanlar ilkel komünizmden geçmiştik; inkârın inkârı yoluyla gelecekte modern komünizme ulaşmamız da kaçınılmazdı. Benzer şekilde, madem bir zamanlar matriyarkiden geçmiştik; gelecekte gene (matriyarkiye değilse bile) kadınların çok güçlü olduğu bir toplum tipine ulaşmamız (sosyalizmin bunu da sağlaması) kaçınılmazdı. Çok hakkı yenmiş demokratik ve eleştirel sosyalistlerden Eduard Bernstein’in metafizik niteliğini çok iyi gördüğü; Marx’ın koptum dediği ama aslında bir türlü kopamadığı Hegelci felsefeden türetilmiş bu tür argümanlarla, Marksizm taraftarlarına (tabii daha ziyade elit entelektüel taraftarlarına) nihaî zafer konusunda teleolojik ve transandantal bir ekstra-inanç kazandırmaya çalışıyordu.
Günümüz sosyal bilimlerinde pek yeri yok bu evrensel (a) ilkel komünizm (= mutlak eşitlik) ve (b) anaerkillik (= mutlak kadın-egemenliği) varsayımlarının. Habire genişleyen ve zenginleşen ampirik gözlem ve yorum yığınlarımız tarafından doğrulanmıyor. Fakat o kadar aşırı formülasyonlara gitmesek de, insan bilincinin şafağında kadınları çok güçlü bir esrar hâlesinin çevrelediği oldukça açık (ister Neandertallerle, ister “biz”imle, yani Homo sapiens ile). Kendinizi 130,000 yıl geriye götürürseniz, hakikaten acayip yaratıklar bunlar. Kasten, kaba terimlerle — belki “ilkel insan”ın zihninde oluşmuş olabilecek kaba terimlerle — anlatacağım. Bir, aylık düzenli kanamalar geçiriyorlar. İki, arada bir de karınları şişiyor ve aylık kanamalarının çıktığı o gizemli yerden bir de çocuk çıkarıyorlar. Zaten bu benzersiz, anlaşılmaz özellikleri, bütün topluluğu yönetmeseler bile, totemik inanç ve ibadet sistemlerinde, sonra çeşitli çoktanrıcılıklarda, önemli sihirbaz-büyücü-rahibe (reel iktidarları gittiğinde, cadı) konumları edinmelerine yol açıyor.
Onbinlerce yıllık bir evrimi özetleyip geçiyorum: Madalyonun diğer yüzünde, bu doğaüstü esrarın bir şekilde kontrol altına alınması, erkeklerin ve erkekliğin önemli bir meselesi haline geliyor. Özellikle üremeye erkeğin katkısının farkına varış, matrilinealliğin yerine patrilinealliği (soyun erkek tarafından hesaplanabilmesini) mümkün kılmak suretiyle bir mevzii kadınların elinden alıyor. Üzerine, tarımın icadı yoluyla vergilendirilebilir ürün fazlalarının üretimi biniyor. Bu yüzden yerleşik hayat kalıcılaşıyor ve toprak mülkiyeti oluşuyor. Sınıflaşan toplumun küçük bir parçası, erkek bir azınlığı toprağın ilkel sınırsızlığını ortadan kaldırıp, tarım arazisi üzerinde sınıfsal ve cinsel bir tekel ihdas ediyor. Başka bir deyişle, sınıflaşma ve erkek-egemenleşme elele, içiçe ilerliyor (buralar, hele 19. yüzyıl ölçüleri içinde Marksizmin en güçlü olduğu yerler; sosyo-ekonomik tarihçiliğin başını çekiyor ve prehistoryada yeni bir sayfa açıyor). Özel mülkiyet (bireysel demiyorum; kamusalın zıddı anlamında özel diyorum) hâkim sınıf erkeklerinin elinde toplanırken, kadının teni, bedeni, fiziksel varlığı (ve cinselliği) de bu mülkiyet temerküzünün bir alanı haline geliyor.
Fakat çelişkisiz değil, yekpare değil. Bütün diğer servet ve gelir kaynakları gibi kadınlar üzerindeki tahakküm de eşitsiz dağılıyor. Bütün diğer servet ve gelir kaynaklarının mülk edinilmesinde çıkan paylaşım ve yeniden-paylaşım kavgaları gibi, kadınlar üzerinde de paylaşım kavgaları baş gösteriyor. Dede, baba, kardeş, ağabey, koca, nişanlı, sözlü, sevgili, kayınpeder… “Severim de döverim de.” Kadınlar hem örtüşen ve üstüste binen, hem de çatışan ve çarpışan otoritelerin, erkek-muktedirlerin kapsama alanında kalıyor.