Yeni çehresine kavuşan Serbestiyet’te yazılarıma tekrar başladığım için memnunum. Güncel kısır siyasi gelişmelerin uzağında durup, daha çok tarihsel meseleler üzerine düşünmek istiyorum. Bu yazıyla birlikte Ermenilerin topyekûn imhasıyla ve bu topraklardaki köklerinin kurutulmasıyla sonuçlanan ‘Ermeni meselesi’ni geç dönem 19. yüzyıl ve erken dönem 20. yüzyıl Osmanlı tarihi bağlamında ele almaya ve analiz etmeye çalışacağım. Bu şekilde, elimden geldiğince meselenin farklı veçhelerini ve boyutlarını irdeleyip, meseleyi tarihsel bağlamına oturtarak anlamaya ve açıklamaya gayret edeceğim.
Son olarak altını çizmek istediğim nokta daha çok tarih metodolojisine ilişkin. Esasında en son söyleyeceğimi en başta söyleyerek bu yazı dizisine başlamak isterim: 1915’i çalışırken meseleye sadece bu tarihsel momenti kerteriz noktası olarak bakmamak gerektiği kanaatindeyim. Burada daha geniş bir tarihsel perspektife ve üst bakışa ihtiyacımız var. Son tahlilde 1915 Ermeni Tehciri ve Soykırımı çok uluslu bir imparatorluğun son demlerini yaşadığı ve çöküş noktasına geldiği bir tarihsel zaman diliminde vuku buluyor.
Bu bağlamda meseleyi Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde imparatorluğun gayrimüslim unsurları olan Hıristiyanlara ve özelde Ermenilere yönelik İttihatçı bir düşünsel sistematikle hareket eden bir siyasal kadro tarafından uygulanan radikal ve sert politikaların anlaşılması çerçevesinde ele almak bana daha sağlıklı ve nüanslı bir tarihsel yaklaşım gibi geliyor.
Dolayısıyla hem imparatorluğu yıkıma götüren bir süreci ve bu süreçte rol alan siyasi aktörleri ve kadroları; bu kadroları harekete geçiren zihniyeti ve tarihsel iklimi de ele alarak Ermeni Soykırımı’nı bütün farklı boyutlarıyla tartışmak gerekiyor. Bunun Ermenilerin başına gelen felaketi hiçbir biçimde azımsamak ya da önemine halel getirmek anlamına gelmediğini söylememe gerek yoktur sanırım.
Roderic H. Davison “Turkish Attitudes Concerning Christian-Muslim Equality in the Nineteenth Century” başlıklı makalesinde geç dönem Osmanlı tarihi ve toplumuna ilişkin oldukça önemli bir tarihsel sorunsal üzerine odaklanır. Bu sorunsal ise 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı’nın reform ve batılılaşma yanlısı devlet adamlarının uğraştıkları İmparatorluğun Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi unsurları arasındaki eşitlik meselesi üzerinde düğümlenmektedir. Hatta, bu dönemde Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden unsurlar arasında etnik ve dini kökenlerine bakılmaksızın bir eşitlik gözetme fikriyatı resmi devlet siyasası halini almıştır.
Bu ‘ittihad-ı anasır’ idealini kuvveden fiile çıkarmak adına atılan en önemli adımlardan bir tanesi İmparatorluğun gayrimüslim unsurlarının mal ve can güvenliğinin garanti altına alınmasını sağlayan 1839 Tanzimat reformudur. Tanzimat reformunu müteakiben, söz konusu eşitlik ideali 1856 Islahat Fermanı ile daha da genişletilmiş ve bir anlamda tabana yayılmıştır. Islahat Fermanı ile bütün gayrimüslim unsurlar Osmanlı vatandaşı derekesine çıkarılmış; eğitimde, bürokraside, askerlik hizmetinde, vergilendirmede, adli ve idari birimler dahil olmak üzere devlet ve hukuk önünde millet-i hakime Türk-Müslüman unsurlarla eşit hale getirilmiştir.
Osmanlı devlet ve toplum yapısında kayda değer bir değişime kapı aralayan ve Batılılaşma yolunda atılan bu önemli adım 1876’daki Osmanlı Anayasa’nın temayüz etmesi ile adeta şahikasına ulaşmıştır. Başta Mithat Paşa olmak üzere yüzü Avrupa’ya/Batı’ya dönük Osmanlı devlet adamlarının büyük gayretleri sonucu yayınlanan Osmanlı tarihindeki yazılı ilk anayasa sayesinde aynı zamanda Halife de olan Sultan’ın otorite ve yetkisine belirli sınırlar getirilmiştir.
En az bunun kadar önemli olan bir diğer nokta kanun önünde İmparatorluğu teşkil eden bütün unsurların eşit vatandaş olarak kabul edilmesidir.
Buradaki kilit mesele Davison’unda üzerinde durduğu üzere bu reformların ve Batılılaşma hamlelerinin Avrupa’nın baskısıyla mı yoksa bu reformları icra eden devlet adamlarının kendi inisiyatifiyle mi gerçekleşip gerçeklemediğinde düğümlenir. Bu, 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin temel tartışma noktalarından bir tanesidir. Esas itibariyle, Tanzimat dönemi Osmanlı devlet adamları eşitlik prensibini Batılı devletlerinin bilhassa uluslararası kriz dönemlerinde Osmanlıya dönük eleştirilerine karşı bir silah olarak kullanmıştır.
Dolayısıyla, aslında hukuk önünde bütün Osmanlı tebaasının eşitliği prensibi içerinden, yerli ve kendiliğinden bir değişim, dönüşüm ve reform çabasının ürünü değildir. Sistematik bir reform programına dayanmaz. Hatta, 1876 Anayasası Batılı devlet adamları ve diplomatların bir araya geldiği bir konferansta Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bulunan gayrimüslim unsurların durumlarının iyileştirilmesi yönünde yapılan baskılar sonucunda temayüz etmiştir.
Ancak burada son derece önemli bir noktanın altını çizmekte fayda var ki o da şudur: Gerek Tanzimat devlet adamlarının başlattığı ve Genç Osmanlılarının devam ettirdiği gerekse de sonraki süreçte Jön Türkler tarafından yürütülen reform çabalarının tamamının tek bir hayati amacı vardı: İmparatorluğun dağılmaktan, çözülmekten kurtarmak ve onun bekasını daimi kılmak. Bu ‘kutsal’ amaç için birçok siyasi enstrüman devreye sokuldu. Bu nedenle yukarıda açımlamaya çalıştığımız eşitlik ideali ve prensibi samimi ver gerçekçi bir çerçeve taşımaktan uzaktı. Ve daha da önemlisi belirtik veya örtük ‘ittihad-ı anasır’ fikrine dayanan bu eşitlik ideali hiçbir biçimde İmparatorluğun Müslüman ve Hıristiyan unsurları arasında gerçek ve simetrik bir eşitlik içermiyor ve millet-i hakime olan Türk-Müslüman unsurun her zaman üstünlüğünü verili olarak kabul ediyordu. Hıristiyan tebaa hâkim unsurun himmetine ve hoşgörüsüne göre bu ‘eşitlik’ten payına düşeni kabul etmek ‘zorundaydı’.
Gayrimüslim unsurlar her ne kadar çok sayıda hak ve özgürlüğe sahip olsa da, bu durum onları hiçbir zaman Müslümanlarla aynı statüye getirmedi. Bu bağlamda, eşitlik prensibi ve onu takip eden reform teşebbüsleri Avrupa’nın gözünü boyamak ve oradan gelen baskıları, tazyikleri karşılamak adına atılan adımlardı.
Osmanlılık veya Osmanlı kavramı Osmanlı devletine sadık olmayı ima etmekle birlikte daha da önemlisi siyasal bir kavramdı ve Sünni Ortodoksiliği çağrıştırıyordu. Dolayısıyla ontolojik olarak zaten bu kavramın İmparatorluğu teşkil eden unsurlar arasında bir eşitlik ve simetri ima etmesi imkânsızdı.
Gayrimüslim unsurların bağımsızlık talepleri bu Osmanlılık anlayışını güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Hıristiyanlar ancak ve ancak Müslümanların hâkimiyetini ve üstünlüğünü kabul ettikleri ölçüde söz konusu eşitlikten pay alabilirlerdi. Zaten, gerçekten bir eşitlik ilkesi uygulamaya konmuş olsa bile Müslümanların Hıristiyanlarla eşit olmaya zinhar rızası yoktu. Dolayısıyla, bu eşitlik ideali ne Tanzimat ne de 1908 Jön Türk devrimi ile gerçekleştirildi. Zira, her ikisi içinde eşitlik Müslüman unsurun üstünlüğünü verili olarak kabul ediyordu.