Bir önceki yazıda bıraktığım yerden devam etmeye çalışacağım. Pek tabi ileri-geri dönüşler yaparak meselenin özüne ve esasına ilişkin bir çerçeve çıkarmaya gayret edeceğim. 1876 Anayasası’nın kodifiye ettiği vatandaşlık temelindeki eşitlik ilkesinin biçimsel düzeyde kalması ve İmparatorluğun Hıristiyan unsurlarının hayatında belirgin iyileştirmelere kapı açmaması söz konusu unsurların belirli bir politik bilinçlenme ekseninde örgütlü yapılar teşkil ettikleri süreci başlattı.
Esasında İmparatorluğun merkezi İstanbul’da atılan ve Tanzimat ile başlatılan reform adımları Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde, kazalarında ve kasabalarında yaşayan başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslim tebaanın hayatında pek de bir değişikliğe yol açmamıştı. Bilhassa Ermeni nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Doğu vilayetlerinde toplumsal huzursuzluklar hat safhadaydı. Çarlık Rusya’sı ile yapılan 1828-29 ve 1853-56 (Kırım Harbi) harplerinde alınan yenilgiler aynı zamanda bu bölgede yaşayan Müslüman nüfus açısından büyük insanlık dramlarını da beraberinde getirdi. Kafkasya ve Rusya’da yaşayan başını Çerkezlerin çektiği nüfus bu trajediden Anadolu’ya kaçarak kurtulabildi. Bu nüfus ‘yönetmek’ ve ‘idare etmek’ durumunda olan Osmanlı, çareyi bu nüfusu Ermenilerin yoğun olarak mukim olduğu Doğu vilayetlerine dağıtmakta buldu.
Bir anda karşısında çoğunluğunu Çerkezlerin teşkil ettiği bu dağınık ve topraksız nüfusu bulan Ermeniler, zaten bölgedeki Kürt aşiretlerin güvenliklerine yönelik daimi bir tehdit altındaydı. Hem merkezi hükümete hem de söz konusu aşiretlere vergi vermek durumundaydılar. Zira güvenliklerini bu şekilde sağlıyorlardı. İşledikleri topraklardan elde ettikleri gelirleri hem merkezdeki devlet ile hem de yerelde adeta devlet gibi hareket eden Kürt aşiretlerle paylaşmak zorundaydılar.
19. yüzyılın son çeyreğine geldiğimizde Doğu vilayetlerinde kabaca hatlarını çizdiğim fay hatlarının derinleştiği etno-dinsel çatışmalara cevaz veren sürekli bir ‘güvensizlik’ ortamı vardı. Bu sosyo-politik iklimde, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı patlak verdi. Savaştan büyük hasarla çıkan Osmanlı devleti Batılı devletlerin de müdahaleleriyle 1878’de bir reform anlaşması imzalamak ‘zorunda’ bırakılmıştır. Bu savaşla birlikte Osmanlı’nın Balkanlardaki nüfuzu büyük ölçüde kırılır. Burada reform anlaşmalarından kasıt 1878’de Osmanlı-Rus Savaşı sonrası Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya, İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İtalya ve Fransa arasında 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Anlaşmasıdır.
Bu anlaşmaya göre, Osmanlı devleti bünyesinde bulunan azınlıklarla—özellikle Vilayet-i Sitte denilen Doğu Anadolu’daki illerde Ermeniler lehine—ilgili ıslahatlar yapmayı taahhüt etmiştir. Bu anlaşma dönemin ileri gelen Osmanlı siyasetçileri ve aydınları tarafından İmparatorluk adına ciddi bir egemenlik kaybı olarak mülahaza edilir. Söz konusu anlaşmanın özellikle 61. Maddesi yukarıda açımlamaya çalıştığım Ermenilerin güvenliğine tehdit oluşturan Kürt ve Çerkez unsurlara karşı önlem alınması ve bu bölgede Ermenilerin lehine idari ve adli reformların derhal uygulanmasına ilişkindir.
Hasılı, 19. yüzyılın ikinci yarısı Osmanlı devleti için kritik dönüm noktalarının yaşandığı bir dönemdir. İmparatorluğun kaderini belirleyen gelişmeler bu dönemde vuku bulur. Aslında 1878’de imzalanan Berlin Anlaşması’ndan sonra İngiltere, Fransa ve Rusya’nın başını çektiği uluslararası büyük güçlerin Osmanlı imparatorluğunun bütünlüğü muhafaza etme eksenli geleneksel siyasası dramatik bir biçimde değişir. Başka bir ifadeyle 1856 Paris Kongresi’nde İmparatorluğun bekasının devamı prensibini benimseyen Batılı güçler 1878’e gelindiğinde bundan vazgeçmiştir. 1878 Berlin Anlaşması ile bir Müslüman devlet olarak Osmanlı’nın istiklalini muhafaza etmesi bir hayli zorlaşmış ve bünyesindeki Hıristiyan tebaadan dolayı büyük devletlerin daimî müdahalesine açık hale gelmiştir.
Etno-dinsel olarak çeşitli unsurları barındıran Osmanlı devleti Berlin Kongresi sonucunda sadece Avrupa’daki topraklarını kaybetmekle kalmamış aynı zamanda Doğu vilayetlerinde vaat ettiği reformların uygulanması noktasında büyük güçlerin kontrolü ve müdahalesine maruz kalmıştır. İlaveten, bu süreç imparatorluğun Hıristiyan unsurları arasında milliyetçi ve ayrılıkçı fikirlerin fitilini de ateşlemiştir.
Böyle bir siyasi atmosferde, Dersaadet reform sürecini başlatmıştır. Bir tarafta Batılı büyük güçlerin yoğun baskısı karşısında reform paketini uygulamak zorunda kalması; diğer taraftan ise Batılı güçlerin/devletlerin İmparatorluğun nasıl paylaşılacağı üzerinde bir konsensüse varamayıp kendi içinde ayrışmalara gitmesi Osmanlı devletinin ömrünü uzatan belirleyici faktörlerden biri olmuştur. Fransa, Almanya, İtalya ve Britanya’nın aralarında cereyan eden ihtilaflar ve Avrupa’daki yeni güç dengeleri Abdülhamid’e dış politikada yeni kapılar ve farklı opsiyonlar sağlamıştır.
Bu opsiyonlardan Abdülhamid Almanya ile yakınlaşmayı tercih eder. Almanya’yla yakınlaşarak Rusya tehdidini savuşturmayı amaçlar. Aynı şekilde, reformların uygulanması ve bunun kendilerinin gözetimi altında olmasında ısrarcı olan Anglo-Fransız hakimiyetinin Osmanlının içişlerine müdahalesini Almanya ile yakınlaşarak dengeleme çabasındadır. Almanya’nın aksine, Britanya ve Fransa’nın Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki kolonyal planları, Abdülhamid’in Almanya’ya yakınlaşması ve bu minvalde yürüttüğü Panislamizm siyasetiyle de örtüşmektedir. Zira, Kayser Wilhelm kendisini Müslümanların dostu olarak sunmakta bir hayli başarılı olmuştur. İlaveten, Berlin ve İstanbul’u yakınlaştıran ekonomik ve jeopolitik faktörler de etkili olmuştur.
Örneğin, Berlin-Bağdat tren hattının inşasının bir ekonomik ayrıcalık olarak Almanya’ya verilmesi bu yakınlaşmanın önemli nişanelerinden biridir. Bu şekilde, Almanya Osmanlı üzerindeki nüfuzunu artırmıştır. Aynı zamanda Osmanlı’yı diğer devletlerin baskısı karşısında askeri açıdan desteklemiştir. Berlin-Bağdat tren hattı imtiyazına karşılık Almanya ayrıca Osmanlı ordusunun modernizasyonu görevini de üstlenmiş ve orduda yaptığı yeniliklerle ordunun direncinin yükselmesini sağlamıştır. Açıkçası, Abdülhamid’in Almanya’yla ittifak kurma siyaseti İngiltere, Fransa ve Rusya’nın tazyiklerinin dengelemesi noktasında oldukça başarılı olmuştur. Almanya’nın bu şekilde güçlenmesi ve bu emperyalist devletlere rakip olması, Abdülhamid’in işini kolaylaştırmış ve bu çıkar çatışmalarından yararlanarak İmparatorluğun ömrünü biraz daha uzatmıştır.
İmparatorluğun Almanya ile olan ortak çıkarlara dayalı yakın ilişkisi 1908’e kadar devam eder. Almanya’yı Osmanlı’ya yakınlaştıran en önemli unsur Almanya’nın İngiltere, Fransa ve Rusya gibi büyük güçlerin aksine Osmanlı devletine reformların uygulanması için baskı yapmamasıdır. Hasılı, 1878 Berlin Kongresi bir taraftan Osmanlı’yı dış güçlerin müdahalesine açık hale getirmiş ancak diğer taraftan da Avrupa’da yeniden şekillenen güç dengeleri karşısında alternatif siyasi ittifaklar kurmasına yol açmıştır. Bu yeni ittifak arayışlarının tek bir amacı vardır: O da can çekişen ve artık emperyal güçlerin müdahalesine açık hale gelen devletin ömrünü biraz daha uzatmak. Ancak Berlin Kongresi’nin 61. maddesine yer alan reformların uygulanmaması sadece dış güçlerin müdahalesini değil iç siyasette de bu reformların kuvveden fiile geçirilmesi beklentisinde olan Ermenilerin tepkisiyle de karşılaşılmıştır. Bu tepkiler bir noktadan sonra örgütlü bir siyasi yapılanmayı da beraberinde getirmiştir.