Eskişehir’de yaşanan olay, ne yaparsak yapalım geçiştirilemeyecek kadar korkunç bir hadise ve bilelim ki kesinlikle münferit değil.
Elbette, soruşturma konusu ve sürece –her şeye rağmen- saygı göstermeliyiz ama bu arada yaşananlara neredeyse tıpatıp uyan başka örneklerin olduğunu yakından bilen ve takip eden insanlar olarak bu başka örnekleri kullanarak herkesin bilmesinde yarar olan bazı hususlara işaret edebiliriz.
Görünen o ki bu trajik olayda bardağı taşıran son damla, daha önce pek çok kişiyle ilgili ihbarda bulunan ve içlerinden birçoğunun hayatıyla oynayan bir araştırma görevlisinin kendisine açılan soruşturma zarfını almasıyla kapıldığı öfke olmuş.
Öğreniyoruz ki katliamda hayatını kaybeden bir başka araştırma görevlisinin şikayeti soruşturma konusu edilmiş. Soruşturma iddiası ise sözlü sataşma ve tehdit. Sonrasında öfkeye kapılan katil, tam bir cinnet haliyle kendisiyle uğraşanları bir bir yok etmiş.
Buradaki kritik sorulardan biri bu kişinin bu denli büyük öfkesinin altında yatan şeyin ne olduğu.
Biliyoruz ki rutin işleyiş içerisinde sayısız kurumda bu türden hakaret ve tehdit gibi iddialarla idari soruşturmalar açılır ve çoğunlukla da soruşturma taraflarının idare nezdindeki itibarı ve işlevine bakılarak göstermelik sonuçlarla durum geçiştirilir veya kapatılır. Sonuç çıkan örneklerde, idare zaten o sonucun çıkmasını istiyor olduğu için soruşturmalar da işe yarar gözükür. Demek istediğim azıcık bürokraside çalışmış olan herkes bilir ki idari soruşturmalar, tamamen idarenin kontrolü altında başlatılıp bitirilir. Dahası, kontrolden çıkan kimi durumlarda soruşturmacının talep ettiği cezaya gerek görüp görmeme de yine idarenin takdirindedir. Çoğu durumda idare, yasa gereği açmak zorunda olduğu için –yasak savma kabilinden- kerhen soruşturma açtırır ve hiç de kerhen olmayan bir biçimde sonuçsuz kıldırır.
Dolayısıyla, şunu bilmek gerekir ki Eskişehir olayında, katilin öfkesinin altında yatan gerçek neden kendisine açılan bu soruşturma olamaz.
Olamaz, çünkü bu dönemde yönetimle olan ilişkisinin derinliği ve açılan idari soruşturma konusu iddiaların olası sonuçları düşünüldüğünde bu soruşturmadan aleyhine bir sonuç çıkması kesinlikle çok düşük bir ihtimaldir. Bunu bilmiyor olmaz. Bilelim ki kamu kurumlarında hemen hiç kimse kendisi aleyhine hakaret ve tehdit gibi nedenlerle açılan idari soruşturmalar için böylesine bir cinnet geçirmez.
O halde bir kez daha bu öfkenin nedeni tam olarak nedir?
Başta da belirttiğim gibi çok benzer bir durumun yakın tanığı olarak Eskişehir olayına tıpatıp uyan benzerliklerden hareketle söyleyebeiliriz ki durum tam olarak şudur:
15 Temmuz hadisesi öncesinde çoğu bürokratik ya da akademik kurumun başına atanan kişiler genellikle siyasi güçleri yüksek, buna karşın işin gerektirdiği bürokratik ya da akademik otoritesi sorgulanır kişilerdi. Bu kişiler, gündelik yönetim süreçleri içerisinde karşılaştıkları ve çözmekte zorlandıkları hemen her büyük sorunu siyasi mercileri dayanak alarak çözmek gibi bir yol izlemek durumunda kaldılar. Bunların bir çoğu bizatihi kişisel yetersizliklerinin neden olduğu ya da bu nedenle baş edemeyecekleri karmaşıklıktaki sorunlardı. Fakat siyasilere aktarırken, elbette ki siyasi gerekçeler sundular. Konu ne olursa olsun, bu insanlar, bu yetersiz yönetimlerin çoğu kez kişisel çıkarlarına göre oluşturmaya çalıştıkları yapılara ya da yönetsel bozukluklara değil milletin oylarıyla gelmiş iktidara karşı çıkmış oldular. Sonrasında da liyakatsizliğin oluşturduğu boşluğu partizanlaşarak kapatmaya çalıştılar.
Siyasiler de bu duruma fena helde öfkelendi tabii. Bir taraftan da memnun oldular. Birincisi, nasıl olur da yaptıkları atamalar sorgulanabilirdi? Bunlar eski Türkiye’nin alışkanlıklarına çok benziyordu ve derhal müdahale edilmesi gereken durumlşardan gibi duruyordu. Ve ikinci olarak, ehliyetine ve liyakatine sonuna kadar güvendikleri bu sadık adamlar nasıl olur da böylesine zorluklarla karşı karşıya kalabilirlerdi? Kendilerine sadık bu adamların sadakatleri her fırsatta göstermeleri ise elbette ki memnuniyet vericiydi.
Dolayısıyladır ki iktidar, çoğu kez yönetimsel düzeydeki sorunları kendisine yönelik siyasi karşı çıkışlar gibi görerek atadığı yetersiz yöneticilere, taşıyabileceklerinin çok üzerinde bir siyasi güç ve yetki devri yaptı. Hal böyle olunca zaten yetersiz bu kişiler –yakınen biliyorum ki- tam anlamıyla kendini şaşırdı. Kendini kaybetti de denebilir. (Bizim oralarda çok kullanılan tabirle Küheylan kesildi!). Tam bir ne oldum delisi olan, geldiği makama adeta tapan bir yönetici tipi ortaya çıktı. Ve en tehlikelisi, bu kişiler, siyasetin yaptığı güç ve yetki devrine dayanarak her türlü bürokratik denetimin dışına çıkmış oldu. Ve belki de daha kötüsü, bu yetkiyi muhalif olan kim varsa tasfiye etme hakkı gibi görmeye başlamaları oldu.
15 Temmuz sonrasında ise bu kişilere rüyalarında görseler inanamayacakları bir alan açılmış oldu. Gün doğdu. İşte şimdi altlarındaki bütün çalışanlar iki dudaklarının arasındaydı. Kaderleri ellerindeydi ve FETÖ’yle ilgisi olmayan pek çok kişinin tasfiye edilmesi kararı çok önceden zaten verilmişti. Elbette bu durumu acımasızca kullandılar, kullanmaya da devam ediyorlar.
Fakat, bunu çok göstere göstere ve bodoslama bir şekilde de yapmamaları gerekiyordu. İşte bu noktada, tam bir kötülüğün sıradanlaşması süreci yaşandı. Bu kurnaz ve yetersiz adamlar, yükselme arzusu olan ya da tasfiye edilmesi gereken grup karşısında sürekli bir aşağılık kompleksi duyan (çünkü bu kişiler açık ara daha nitelikliydi ve yeni dönemin siyasi rüzgarına rağmen kültürel iktidarlarını bir türlü kaybetmemişlerdi), açığı olan ve bunu kapatmak isteyen ya da çeşitli nedenlerle şantaj baskısı altında olan kim varsa tam bir tetikçi gibi kullanıldı. Pek çoğu süreç başlar başlamaz gönüllü tetikçi yazılmakta gecikmedi. Bir biçimde kendisi kullandırmayanlar ise bedelini çok pahalı ödedi, gözlerimizin önünde ödemeye devam ediyorlar. Ya istifaya zorlandı veya lanet olsun diyerek ayrılıp başka kurumlara gitmek veya sürülmek ya da yurt dışına gitmek zorunda kaldılar.
Pek çok yerde ihbarı yapan bizatihi ihbarın yapılacağı merciydi. İhbarcı, soruşturmacı ve nihai değerlendirmeyi yapacak olan aslında tek kişiydi. Bu yöneticiler, kiminle ilgili neyin ihbar edilmesi gerektiğini, kendisini kullandırmaya dünden hazır tetikçiler eliyle dolaşıma soktular. İnsanların haysiyetleriyle ve itibarlarıyla epey bir süre oynayıp kendiliklerinden uzaklaşmalarını istediler. Geçmişte asla cesarete edemeyecekleri bir takım uygulamalar için bu kez özgüvenleri olağanüstü derecede artmıştı.
Başlangıçta belki de bir KHK veya soruşturma konusu yapmaksızın bu insanların kendiliklerinden uzaklaşacaklarını düşündüler. Ama bir çok örnekte bu böyle olmadı. Ve dahası, yönetcilerin yeterince üzerinde durmadıkları bir konu olarak tetikçiler bütün bunları bir şey bekledikleri için yapıyorlardı ve bu tasfiye edilmesi beklenen insanlar uzaklaşmadıkça hem istediklerine ulaşamamış oluyor hem de ne mal oldukları ortaya çıkıyordu.
Bir noktadan sonra, tasfiye süreci yöneticilerin kontrolünden çıkıyor ve işler kimi yerde tersine dönerek yöneticiler bu tetikçilerin esiri haline gelebiliyordu. Bu garip gruplaşmalar, kimi yerlerde, OHAL’in verdiği karşı konulmaz güçle tam bir şer çetesi halini aldı. Mafyatik bir bürokratik işleyişe kapı aralanmış oldu.
***
Hayır, hayır, Eskişehir’deki katilin asıl öfkesi öldürdüğü insanlara değildi. Kendisine göstermelik bir soruşturma açılması, yönetimle arasındaki ilişkiye son verildiği mesajıydı. Oysa onca yalana ve iftiraya alet olmasına, her türlü pisliği yapmasına rağmen istediklerini bir türlü alamamıştı. Ve bir de soruşturmaya maruz kalmıştı ve bu nedenle, bir kişiyi, iki kişiyi değil bütün yönetimi ateşe atmak istedi. Bu yönetim sadece üniversite yönetimi de değildi belki bütün bir FETÖ’yle mücadele yönetimiydi.
İşleyişin en karanlık ve en kirli yerlerinde bulunmuş biri olarak bunu nasıl yapabileceğini çok biliyordu ve tetikçilik görevini üstlenirken bunun bu kadar geri dönüşü olmayan bir yol olduğunu da tam olarak düşünememişti belki. Belki karakteri de tetikçi olmaya tam olarak uygun değildi ve bu işin gerçek bir tetik çekmeye kadar uzanabileceğini öngörememişti. Durumdan istifade eden bir fırsat suçlusuydu. Öfkesi onu azmettiren her şeyeydi aslında. Onu gerçek bir tetikçi haline getiren herşeyden öç almak istemişti. Garip bir tersine yansıtma olarak, başındaki yönetime, işlemeyen yargıya, vicdanı çürümekte olan kamuoyuna, her türlü iftiranın belirleyici olmasına, çok kötü şekilde kullanılmış olmasına, liyakatsizliğe, yetersizliğe, hiçbir şeyin daha iyi olmayacağına, her türlü sorunun siyasileşmesine, bir türlü doğru dürüst bir adam olamayışına duyduğu öfke belki de onu bu hale getiren asıl azmettiriciydi.
Kısacası, katilin öfkesi öldürdüğü masum insanlara yönelik değil hiç de masum olmadığını bildiği birilerineydi. Ve aynı zamanda masumiyetini yitiren herkese ve her şeyeydi. Belki de bu korkunç cinayetler, ruhunu kurtarmak için Dostoyevskivari yaptığı son bir hamleydi.
Eskişehir olayının çok iyi aydınlatılması gerekli çünkü bu olay açığa çıktığında bürokrasinin labirentlerinde yaşanan ama açığa çıkamayan pek çok benzer olay kendiliğinden aydınlanmış olacak.
Yapılacak en büyük hata bunun münferit bir hadise olduğunu söyleyerek veya katilin aslında soruşturmaları engellemek için intihar saldırısında bulunduğunu söyleyerek bu işin üzerini örtmek olur. Bu yapılırsa, ortaya bir sürü yeni münferit olay çıkacak demektir.
Bu arada, arkasında Külliye’nin olduğu izlenimi vererek bürokratik denetimin dışına çıkan ve yazıda aktardığım şekilde tetikçileri vasıtasıyla yapmadığını bırakmayan ama buna rağmen soruşturma konusu edilmekten kurtulamayan örnekler de var.
Kısacası, Eskişehir olayının hiçbir şekilde münferit olmadığı gibi tam tersine yaşanan hukuksuzlukların ve çeteleşmelerin tam bir dışavurumu. Dahası masumiyetimizi ve vicdanımızı büsbütün yitirmememiz için son bir işaret belki de.