Cumartesi günü erken saatlerde gelen SMS’lerin ‘bip, bip’ sesleriyle uyandım. Bazı belediyelerle aramda tek taraflı bir ilişki var. Arayıp sormasam da kendilerini, onlar her özel günde, resmi ve dini bayramlarda SMS atıp beni haberdar eder, günün anlam ve önemi doğrultusunda coşkuyu verirler. Uyanır uyanmaz balkona çıktım. Cumhuriyetimizin 93. yıldönümü vesilesiyle belediyelerin uyarmasına rağmen içim yeterince coşkuya kapılamadığı için kendimi esefle kınıyorum…
Hazır erken kalkmışken, uzun zamandır yapmak istediğim fakat tembellikten yapamadığım dolap düzenleme işine giriştim. Bir sadeleştirme zamanı çoktan gelmişti. Ne çok elbisem varmış dolaplarda, yıllardır giymediğim, belki de hiç giymeyeceğim. Dolaplardan çıkardığım giysiler odanın ortasında küçük bir dağ oluşturmuştu. Bazı giysilerimi hatırlıyorum, anılarım vardı onlarla. Bazılarını ise hiç hatırlamadığımı fark ettim. Giyip giymediğimden bile emin değilim, silik bir siluet gibi… Geçip gitmiş hayatımdan. Odanın içindeki giysilere bakıp “Ne çok şey biriktirmişim, gerekli gereksiz …” diye düşündüm.
İnsan, yaşadığı sürece biriktirir zaten. Eşyalar gibi hayatına giren insanları da… Kimileri derin izler bırakır çok değer verdiğimiz bir ceket, kazak gibi. Kimileri ise geldikleri gibi giderler, hiç izi kalmaz. Belki de hiç gelmemişlerdir aslında. Yaş aldıkça insan, istese de istemese de bir sadeleştirme oluyor. Hayat yolculuğunda yarıda bırakanlar olduğu gibi, sen de yol ayrımına gelip başka yöne gidiyorsun bir şekilde.
Gazetecilerin değişik toplumsal kesimlerden çok tanıdığı olur. Geniştir çevreleri, kendimden bilirim ama yalnız insanlardır. Hele bir de işsiz kaldığında çok iyi anlarsın bunu. Telefonun günlerce çalmaz, bakar durursun ekrana mal mal. Arkadaşların önemli yerlere gelmiştir, ama sana uygun iş bulamaz, çünkü sen de önemli bir adamsın onun gözünde. Önemli adam ama işsiz! “Ulan ben önemli adam falan olmak istemiyorum, işimi yapıp karnımı doyurmak istiyorum” desen de faydasız. Memleket zaten bir çeşit ‘önemli adam’ olup üretemeyen insanlar mezarlığı. Sen de yerini alırsın o mezarlıkta.
Yine böyle işsiz günlerimden birinde, her nümayişte “Üreten biz, yöneten de biz olacağız” diyen bir düşüncenin çıkaracağı gazeteden iş teklifi aldım. Her ne kadar hayatımız ‘boyalı basın’ diye aşağılanan gazetelerde çalışmakla geçtiyse, serde solculuk var. Gittik, görüştük ve tekliflerini kabul ettim. Böylece başladı benim Birgün Gazetesi maceram. Çok ortaklı bir gazeteydi, hatta kendi deyimleriyle patronsuz. Allahları var, ilk iki ay maaşları ödediler. Ondan sonraki aylar cuma günleri küçük harçlıkla geçiştirdiler. ‘Hayırlı Cumalar’ lafı bence Birgün’den çıkmadır. Sonra, o cumalar da bitti. İnsanlar aç, evine gidecek parası yok, ortada bunu söyleyeceğin insan da yok. Patronsuz gazete ya… Oysa hep bir patronu, karar vericileri vardı. O gazete üzerinden geçmişte kurduğu küçük iktidarlarını sürdüren kişiler de vardı. Sadece çalışanların emeklerini sömürmede uydurulan bir yalandı patronsuzluk. Hayatımdaki en büyük sömürü düzenini, her iki lafından biri ‘emek, emekçi’ olan bu yerde gördüm. İki yıla yakın çalıştım bu gazetede. Geçmişten elde ettiğim birikimle, taksitle aldığım arabamı sattım. Bir gazeteden kalan tazminatımı tükettim. Bir de her gün gazeteye ne hikmetse gelen kredi kartı pazarlamacılarının verdiği kartları aldım. Dibine kadar borçlandım, bir ara bu yüzden hapse girme tehlikesi bile atlattım.
Sol ve sola ait biriktirdiğim değerler…
Gazeteden ayrılışımın ikinci ayı falandı, geçmişten kalan maaş alacaklarını ödeyeceklerini söylüyorlardı. Aradan 10 yıl geçmiş, hâlâ ödeyecekler. Birgün’de çalıştığım için pişman olmamı engelleyen bir adam vardı. Orada tanıdım onu, sevdik birbirimizi çok. Güzel zamanlar geçirdik birlikte. Reha Mağden, ayrılmıştı aramızdan. Burgazada’da yaşardı Reha Abi. Cenazesini kaldırdık. İçmeyi çok severdi, biz de cenazeden sonra onun için içelim dedik. Birgün’ün ağır abileri masada. Ne yapıyorsun diye sordular şu cevabı verdim: “Ne yapayım, hayatımdan sol ve sola ait değerleri çıkarmakla meşgulüm. Hatta çağrışım yapmasın diye ‘s’li cümle kurmuyorum. Gülüşmeler oldu masada, en ciddi şeyi ben şakayla karışık söylerim ki tanımamışlar beni. Çok ciddiydim oysa. Sorguladım çok çünkü. O zamana kadar biriktirdiğim ideolojinin, beni özgürleştirmediğini aksine daralttığını gördüm. Çıkardım üzerimdeki bütün ideoloji gömleklerini. Romantizm adına üzerimde kalan kısmını ise 15 Temmuz’dan sonra bir poşete koyup, çöpe attım.
Derken, Taraf günlerim başladı. Başlamasıyla birlikte, eski mahalleden ne kadar hısım dost, arkadaş varsa üzerime üzerime gelmeye başladılar. Önceleri hepsine toptan ya da teker teker cevap vermeye çalışıyordum. Taraf’ın farklı düşüncelerde insanlara yer verdiğini, özgürlükçü bir gazete falan olduğunu anlatmaya çabaladım bir süre… Hem The New York Times iş teklif etti de ben mi kabul etmedim! Baktım olmuyor, pes ettim. O sırada bayağı bir sadeleşme oldu hayatımda. Giden gidene… Daha sonra da gidenler olduğu gibi bazılarından da ben gittim zaten.
Bazı kişiler vardır ki istesen de gidemez
İşte odanın içinde küçük bir dağı oluşturan giysilere bakarken bunu düşündüm. O sırada bir arkadaşım aklıma geldi. Sağlık sorunları vardı, İzmir’de yaşıyordu bir süredir. Nasılsın falan derken, İstanbul’daymış, bir operasyon geçirmiş. Kadıköy Çarşı içinde çay içtiğini öğrenince “Bekle geliyorum” dedim. Çay sohbeti uzadı, eski günlerden bahsettik. Üniversite yıllarından, artık hayatımızda olmayan eski arkadaşların kulaklarını çınlattık. O sırada başka bir ortak arkadaşımız aradı sanki duymuş gibi… İşlerini tasfiye edip Ege’de küçük bir köyde arazi almayı planladığını anlattı. Gençlik ütopyamızdı bu. Birkaç arkadaş bir arazide çalışıp komün hayatı yaşayacaktık. “Hayalimizi gerçekleştireceğim” dedi, toplanacağız falan gibi laflar edince, “Yağmasan da gürledin ya, bu ütopyanın var olduğunu bilmek güzel” dedim. Hayatı ne kadar sadeleştirirsen sadeleştir birileri kalıyor işte hayatında. Tıpkı yıllarca giymesen de dolapta duran atmaya kıyamadığın bir giysi gibi…
Galiba ilk kez bu kadar uzun bir yazı yazıyorum. Hayatı sadeleştireyim derken, kelimeleri harcamışım farkında olmadan. Aslında sevgili Kazım Koyuncu’nun giderken söylediği ve her dinlediğimde yüreğimi delip ciğerime saplanan şarkısındaki gibi; “İşte gidiyorum, bir şey demeden, arkamı dönmeden, şikâyet etmeden. Hiçbir şey almadan, bir şey vermeden, yol ayrılmış görmeden gidiyorum…” deyip usulca kapıyı kapatıp gitmeli…