Ana SayfaYazarlarFilin yanındaki kadın

Filin yanındaki kadın

 

Ölmek üzere olduğunuzu bilseydiniz…

Haftalarla, aylarla sınırlasaydı ömrünüzü doktorlar…

Küçücük çocuklarınız olsaydı bir de,  geride bırakacağınız…

Öldükten sonra onlara sizi anlatan, unutamayacakları bir fotoğraf bırakmayı düşünseydiniz:

“Beni böyle, bu fotoğrafla hatırlasınlar…”

Facebook’a profil fotoğrafını seçerken bile strese girerken… Ne yapardınız?

Nasıl bir fotoğraf seçsem ki, beni küçücük çocuklarımın aklında kalacak o flu görüntülerden daha belirgin, elle tutulur bir kareyle anımsatsın… 

 

Sevgi Soysal kanser olduğunu, ötesi geç kalındığını öğrenince mırıldanıyor:

“Benim annem 37 yaşında kanserden öldü, ben de 40’ıma gelmeden öleceğim…”

 “Çocuklarım küçücük, ne yapmalıyım ki beni hatırlasınlar?” diye düşünüyor.

Şöyle bir yol buluyor genç ömründe:

“Çocuklar hayvanat bahçesini çok severler.

Belki orada geçirilecek keyifli bir gün zihinlerinde yer eder ve o fotoğrafta silik bile olsa ben de olurum diye düşündüm. Ve kızları hayvanat bahçesine götürdüm.”

 

Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Hayvanat Bahçesi’nde filin yanına gidiyorlar… İzin alıyor, filin yanında duruyor.

Fotoğraf çektiriyor.

Çocuklar bir filin yanında duran annelerini, -küçücük kalsa da anılarında- hiç unutmaz değil mi?

Arkadaşlarına derler ki, “Filin yanındaki benim annem”.

 

Bir yazı erbabının çocuklarına kendini hatırlatmak için bir mektup, hatta bir hikaye yerine, bir fotoğraf tasarlaması, “sonra”ya değil, “o an”a dair hüzünlü bir çaba belki.

Yazı, edebiyat hünerini, manaya suret vermeyi, o an, o fotoğrafla gösteriyor.

Ki, çocukları ona dair “mana”yı, büyüdüklerinde hikayelerinde, romanlarında aramasın, öldüğünde o fotoğrafta bulsun.

O fotoğraf, küçücük hayâllerine bir fısıltı, bir göz kırpma, buruk da olsa bir tebessüm olsun. 

 

Sevgi Soysal 42 yıl önce bu mevsimde, 22 Kasım’da gitti.

Son romanı “Hoşgeldin Ölüm”ü bitiremeden, 40 yaşında yenildi kansere.

 

İlhan Erdost da, geride küçücük iki kızını bırakarak yine Kasım ayında ayrıldı hayattan.

Onu 12 Eylül darbesinde Mamak Askeri Cezaevi’nde döverek öldürdüler. Daha götürülürken, cezaevi aracı Reo’da başlayan ağır, sistematik dayakla…

 “Küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya geldim, bizi daha dövdürmeyin…” demiş, ama nafile.

Kan-revan koğuşa alınınca, bir bardak su istemişler.
Suyu içemeden gitmiş İlhan…
Cemal Süreya, “Bir bardak su içsem şimdi /Yaralarımdan dökülür” diye’yazdı ardından.

 

Büyük kızının adı Türküler, 2.5 yaşında… Diğer kızı Alaz henüz 5.5 aylık.

“Ben babamı en son uyurken gördüğümü hatırlıyorum” diyor Türküler:

Çocukken 'babamın ölümü' diye söz ediyordum. Bize trafik kazasında öldüğü söylenmişti.” 

Alaz’sa babasının ‘öldürülüşünü’ yıllar sonra ilkokulda öğreniyor. Hayat Bilgisi dersinde…

Babasını tanıyanlardan dinledikçe ablası gibi bir insan canlanıyor gözlerinde, ablasını babasına benzetiyor Alaz hep, huyunu, yüzünü… Bu yüzden biraz ablasını kıskanıyor, en çok da babasıyla fotoğrafları olduğu için.

Onun babasıyla hiç fotoğrafı yok. (¹)

 

Hayat Bilgisi dersi…

Yakın tarihi darbelerle, idamlarla, infazlarla, işkencelerle, faili meçhullerle, cezaevleriyle, türlü ölümlerle dolu bir ülkenin, bir ömrün Hayat Bilgisi farklı oluyor.

Ahmet Kaya’nın kızı Melis Kaya, “Benim çocukluğum babamı kaybettiğim gün sona erdi. Çabucak büyümek zorunda kaldım” diyor ya…

İşte hayat, işte bilgisi.

 

Selda Güneysu’nun "Kızımdan bana bir demet çiçek" yazı dizisinde de Alaz’ın sözleri var:
“Bize hem ölümü, hem babamızın gidişini birlikte anlatmaya çalıştılar.
Önce ‘Uzaklara gitti’ dediler. Uzaklara düşman olduk. 

Son kez babamızı uyurken gördüğümüz için uykulardan korkar olduk. 
Yıllarca ‘Küçük bahçelere gidiyoruz’ diye, babamızın mezarına gittik. (Küçücük çocuklara Karşıyaka’daki o mezarı anlatmak için “küçük bahçe” kelimesini seçmek, ne yaman yürektir)”

 

Ya Türküler? Onun babası gittikten sonraki “küçücük hâli”ni de amcası anlatıyor:
“Türküler telefonu açıyor, bir numara uyduruyor, ‘Yirmi dokuz beşi istiyorum’ diyor. ‘Baba sen misin?’ diyor. ‘Ben iyiyim’ diyor. Kapatıyor ahizeyi. Sevinçle salona koşuyor. ‘Babam öğleden sonra gelecekmiş, ben konuştum’… ‘Annemi alıp gelecekmiş’ diyor.”
Annesi de o günlerde Hakkari’de sürgünde zira…

 

Sevgi Soysal genç ömründe, 12 Mart darbesini yaşadı.

Kitapları sadece siyasi değil, müstehcenlik bahanesiyle bile toplatıldı.

Ardından Mamak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na yolladılar.

Cezaevinde kısa sarı saçlarını kendi keser, papatya suyuyla açarmış rengini…

İlk öykü kitabının adıysa, “Tutkulu Perçem”.

Bizde perçemsiz zamanlardır, cezaevleri.

 

Cezaevinde evlendiği Mümtaz Soysal, evlilik yıldönümlerinde Kadınlar Koğuşu’nun önündeki yoldan geçmiş.

Elinde kır çiçekleri, usul bas yavaş yürü…

Bu yolla,  koğuşun parmaklıklı-telli penceresinden bir an görünen “kır çiçekli adam” tablosunu hediye etmiş herhal “Sevgi”ye…

 

Kansere yakalanan, ama yurtdışında tedavisi pasaport verilmeyerek engellenen Ruhi Su da ömrünün 40 yılını birlikte geçirdiği Sıdıka Su ile cezaevinde evlenir. İkisi de cezaevindedir üstelik.

Bir astsubay ve erle birlikte nikah için dışarı çıkarılırlar.

Rumeli Caddesi’nde Hükümet Konağı’nda kıyılır nikahları…

Ardından Ruhi Su astsubayı yoklar:

“Cezaevine yürüyerek dönsek?” (²)

 

Aşklar, küçücük çocuklar, türküler, her an büyüyen o “küçük bahçe”ler…

“Ne zaman bir türkü dinlesem, şairliğimden utanırım” diyor ya Bedri Rahmi Eyüboğlu. Hani türküyü-şiiri “ayak sesinden tanıyan”, yani yürürken tanıyan şair-ressam…

İnsan yaşı ilerlediğinde, bu ülkede utanacağı şeyleri sıraya sokamıyor.

 

 

BİR FİLM-BİR REPLİK

“ONUN CANI MİSAFİRDİR”

 

SENARYOSUNU Yılmaz Güney’in yazdığı, Zeki Ökten’in “Sürü” filminde Şivan (Tarık Akan), hasta karısı Berivan’ı (Melike Demirağ) derman bulmaya Ankara’ya getirir.  Trenle…

Hastane çilesine takılınca, tek umudu “hususi doktor”a götürmek olur. Ama o da sonuç vermez.

Ruhi Sunun Ankara’nın Keskin ilçesinde 20 yaşında ölen Sefer’in hikayesinin anlatıldığı türküsündeki gibi.

Sefer 20 yaşına gelince evleniyor ama 3 ay sonra vereme yakalanıyor.

Trenle Ankara’ya yolluyorlardı onu da: 

Ankara’yla şu Keskin’in arası  

Arasına kara duman durası
Çok doktorlar gezdim yokmuş çaresi

(…) Trene bindim de tren salladı

Zalim doktor ciğerimi elledi

İyi olursun dedi geri yolladı…”

 

Şivan  karısının anlam veremediği, çare bulamadığı hastalığını, yüreğime vuran şu cümleyle özetlemişti:

“Onun canı misafirdir…”

 

(¹) Cumhuriyet Gazetesi, 20 Haziran 2010.

(²) Seval Deniz Karahaliloğlu, Bianet.

 

 

 

 

- Advertisment -