Ülkeleri birbirinden ayıran özellik olağanüstü hale ihtiyaç duyup duymamaları değil. Ulus devlet sınırlarının daha ‘sağlam’ olduğu dönemlerde böyle bir ayrım yapılabilir, OHAL’in bir ülkenin kendi iç meselelerini yönetememesi nedeniyle alınan zorunlu bir tedbir olduğu öne sürülebilirdi. Ancak küreselleşme ile birlikte eşitsizliklerin mikro alana yansıması sonucu, ülkeler o zamana kadar dışlarında tuttukları tehditlerin içlerine sızma tehlikesi ile karşılaştılar ve terör gündemin ana maddelerinden biri haline geldi.
***
Bugün OHAL yönetimi bütün ülkeler için gerçekçi bir alternatif olarak el altında tutuluyor. Ne var ki yine de ‘gelişmiş’ ülkeler ile diğerleri arasında bariz bir farklılık mevcut. Gelişmiş ülkelerde OHAL düzeni sistemin dayandığı ana ilkeleri değiştirmiyor ya da zedelemiyor. Ortak kabule dayanan geçici bir tedbir olarak hayata geçiyor ve bittiği zaman da geride temizlenmesi gereken fazla bir ‘cüruf’ bırakmıyor. Bu nedenle OHAL’den geri dönmek de bir sorun teşkil etmiyor… Gelişmemiş ülkelerde ise, sistemin ana ilkeleri oturmamış ve hemen her zaman antidemokratik yönelimlere açık olduğu için, OHAL’in ürettiği mekanizmalar kısa süre içinde devletin ‘olağan’ işleyişi haline gelebiliyor. Böylece ortaya çıkan yeni ‘içtihat’, tehditlerin varlığından da yararlanarak ‘millileştirilebiliyor’. Dolayısıyla bu ülkelerde OHAL’den geri dönüş de çok zor oluyor ve bu geçiş sonrasında genellikle OHAL öncesi devlete kıyasla daha antidemokratik bir nizam altında yaşanıyor…
Türkiye 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, toplumsal meşruiyeti de arkasına alarak OHAL rejimine geçti. Beklenti bu düzenin iktidara sağladığı avantajların suistimal edilmeyeceği ve kısa zamanda normale dönülmeye çalışılacağıydı. Öyle olmadı… Bu ‘halin’ en azından seçimlere kadar gideceğini hatta muhtemelen sonrasına da uzanabileceğini çok öncesinden söylemiştik. Çünkü OHAL devletin normal işleyişini o denli bozdu ve yerine öylesine karar ve uygulama mekanizmaları yerleştirdi ki, ne hükümetin ne de bürokrasinin bundan kolayca vazgeçmesini beklemek gerçekçi gözükmüyor. OHAL sayesinde iktidar bizatihi güvenliği siyasileştirdi ve bir yönetim aracı haline getirdi. Vatandaşın olağan şüpheli haline geldiği bu rejimde fiziksel güvenlik kaygıları artarken, özgürlük alanı da ‘milli’ çıkarlar adına daraltıldı. Sonuçta OHAL’in ilanını meşru kılan ‘birliktelik ve uyum’ güvenlikçi bir bakışla devletleştirilmiş oldu. Buradan demokratik düzene hasarsız geçiş ihtimali her geçen gün daha da zorlaşıyor…
Bu konu açıldığında insanlar Fransa’da da OHAL olduğunu öne sürüyor ama aradaki farkı görmek istemiyorlar. Fransa’da OHAL konusunda birbirinden farklı görüşte altı siyasi parti bulunuyor ve bunlar şeffaf bir şekilde siyasi alanda karşı karşıya geliyorlar. Senato hükümeti sınırlama yetkisine sahip ve nitekim belirli denetim tedbirleri getirmiş durumda. Yargı güvenlik sektöründen bağımsız ve güçlü… Ordu siyasete mesafeli… Poliste sendikalaşma serbest ve bunun getirdiği bir iç denetim alışkanlığı var. Hak ihlallerine karşı tek seferlik seçilen, geniş bütçe ve personele sahip bir ombudsmanlık müessesesi çalışıyor. Bağımsız gözetim ve denetim yapma yeteneği ve iradesine sahip bir medya söz konusu. Nihayet yaygın ve güçlü insan hakları dernekleri içeren bir sivil toplum ağı mevcut…
Dolayısıyla kamusal alan daralmıyor ve eş düzeyli, karşılıklı denetime izin veriyor. Sistem OHAL nedeniyle demokratik özelliklerini terk etmediği gibi, onları sınayarak güçlendirme şansı elde ediyor. Nihayette OHAL bile toplumun devlet karşısında güçlendiği bir deneyime dönüşebiliyor.
***
Öte yandan her zaman böyle olmayabiliyor. Batının gelişmiş ülkelerini gereksiz yüceltmenin de anlamı yok. Ama onlarla aramızda apaçık bir fark var… Onların çapası toplum ve demokratik teamüller… Bizdeki çapa devlet ve otokratik teamüller. O nedenle OHAL oralarda hasar bırakmıyor, bizde ise sistemi tümüyle laçka hale getirebiliyor.