[30 Haziran 2015] Evet, gelelim muhtevaya demiştim. Burada bir sorun var. Esas konuya en geç 22:00 gibi girilmiş ve en azından 02:15 dolaylarına kadar devam etmiş olsa, neresinden baksanız dört küsur saatlik bir tartışmayı, çiziktirdiğim üç beş not ve daha çok aklımdan kalanlardan hareketle, nasıl toparlayabilirim? Belki sadece konu başlıklarıyla; biraz tekrar ve örtüşme pahasına (çünkü faraza bölgeye dair, ya da seçim sonuçlarına dair, ya da AKP’nin gençlikle ilişkisine dair bir gözlem, oraya da bağlanabiliyor, buraya da). Fikirlerin sahiplerini (çoğu zaman kendim dahil) zikretmeksizin, ortaya şöyle bir tablo çıkıyor:
* Dış koşullar çok umut verici değil. Avrupa’da her yerde sağcı-milliyetçi, yabancı düşmanı, İslamofobik partiler yükselişte. Göçmenlere ve bilhassa Müslüman göçmenlere duyulan tepki, AKP’ye ve AKP yönetimindeki Türkiye’ye karşı giderek sertleşen bir düşmanlık ve kuşatma ile elele gidiyor. Daha genel olarak, bu çağ dönümünde Batı’da ciddî bir lidersizlik ve vizyonsuzluk söz konusu. Medeniyetler çatışmasını değil de medeniyetler buluşması ve barışmasını sürdürecek kapasitede, kim/ler var örneğin? Ya da, yeryüzünde başka iktidar ve bağımsız karar verme odaklarının yükselmesini; bu arada eskiden Üçüncü Dünya denilen kesimde yer alan bazı hükümetlerin de artık sırf kendi adlarına hareket edip bağımsız bir dış politika çizgisi belirlemelerini hazmedebilecek bir olgunluk söz konusu mu? Tersine; örneğin Ortadoğu’ya bakışlarına hâlâ “varsa yoksa İsrail” mantığı yön veriyor. Arap Baharını demokrasi adına bir yere kadar desteklediler. Ne zaman ki, diktatörlük zincirlerinden kurtulan yeni popüler (ve popülist) iktidarlar, İsrail karşıtı dış politika sinyalleri vermeye başladı; frene basma gereğini duydular. Askerî ve diğer diktatörlüklerin kontrol edilebilirliğine karşılık demokrasilerin kontrol edilemezliğini yeniden hatırladılar. Mısır’da demokrasiye dur dediler ve Mursi’ye karşı Sisi darbesini desteklediler. Suriye’de Esad’a karşı kalkışmayı başta desteklediler ve sonra arkasından çekiliverdiler. Hattâ İran ve İsrail’in, özel olarak Türkiye’ye yaramasın diye, Arap demokratikleşmesini durdurma politikaları izlemeye başladığından söz edilebilir. Aynı genel ve temel “demokrasinin kontrol edilemezliği” kaygısıdır ki Batı açısından da Türkiye üzerinde soru işaretleri doğurdu. Üzerine, AKP hükümetinin spesifik bazı konularda Batı’nın direkt olarak “ayağına basması” geldi. Suriye ile İsrail arasında Batı’dan bağımsız arabuluculuk yapmaya kalkıştılar. Keza İran ile Batı’dan bağımsız nükleer pazarlıklarına giriştiler. Suriye konusunda, Batı’nın muhalefete desteğini çektiği noktada bir yol ayırımına geldiler. Tabii bir de hep Filistin’i desteklemekten geri durmadılar. Karşılığını, bir diktatör/lük ve firavun/luk bombardımanıyla; seçimlere hile karıştırabilecekleri iddialarıyla; NATO’nun bu konuda yardıma çağrılması ve/ya Türkiye’nin “yakından izlenmesi” talepleriyle; IŞİD’çilik suçlamalarıyla; en son Alman dergi ve gazetelerinin ilginç derecede senkronize “Erdoğan erken seçimle tehdit ediyor” yayınlarıyla alıyorlar. Gene de AKP, tersten kutuplaşmacı, Batı karşıtı bir söyleme kapılmamalı; Avrupa-merkezciliğe ve Oryantalizme daha olgun ve kapsayıcı bir sentezle cevap vermenin yollarını aramalı. Bu baskılara boyun eğmemesi, engelleri aşması ve medeniyetler arasında köprü rolünü tekrar ele geçirmesi hâlâ olası.
* Seçim sonuçları: İlkin olumsuzluklar. Lâfı dolandırmayalım; iki net kaybeden, iki de net kazanan var. Kaybedenler AKP ve CHP; kazananlar MHP ve HDP. AKP’deki 9 puanlık düşüş açısından, gençlerdeki kayıp dikkat çekici ve Kürtlerdeki kayıp dikkat çekici. Gençlik içinde AKP (bir hesap tarzına göre) ikincilikten dördüncülüğe (yani sonunculuğa) düştü. CHP’nin bile, çok az farkla da olsa gerisinde yer alıyor. İlk iki sırada ise HDP ve MHP. Gençlik oylarının bu şekilde uçlara kayması düşündürücü. Kürt oyu da AKP’den çekiliyor [bkz aşağıda, daha ayrıntılı değerlendirmeler]. Madalyonun diğer yüzünde, AKP hâlâ yüzde 41’le ve açık arayla birinci parti. Türkiye’nin çok-partili demokrasi tarihinde, hele 7 Haziran 2015 gibi yüzde 86’nın üzerinde, yani çok yüksek katılımlı seçimlerde, yüzde 41’e sadece iki üç defa ulaşıldı. AKP ise düşünce buraya kadar düşüyor. Bir de kucaklayıcılık göstergesi var. AKP 81 ilin sadece 5’inde milletvekili çıkaramadı. Buna karşılık MHP 35 ilde, CHP 37 ilde, HDP ise net 55 ilde milletvekili çıkaramadı. Özellikle “ana muhalefet” olarak CHP’nin durumu düşündürücü. Buna karşılık sadece AKP için, gerçekten bütün Türkiye’nin partisi denebilir.
* Kesinti ve tökezleme aslında kaçınılmazdı. AKP 2023 ve 2071 gibi hedefler koymakla, kendi kendini sonsuz başarısına fazla inandırmış, aynı ölçüde tepki de toplamıştı. Yanlıştı, gerçekçi değildi; tek bir partinin, sırf kendi kesintisiz iktidarı ve içsel devinimiyle, bir ülkeyi ve toplumu sürekli ilerletmesi ve demokratikleştirmesinin; bunu tek başına başarmasının tarihte örneği yok. Toplumsal gelişme ve ilerleme, daha somut olarak demokrasinin genişlemesi ve olgunlaşması, çeşitli vektör ve dinamiklerin kesişip birleşmesiyle şekilleniyor. Bunda, devrim kadar karşı-devrimin, iktidar kadar muhalefetin, sol kadar sağın da etkisi oluyor. Uzlaşma bazen açık ve belirtik, bazen örtük oluyor. Şimdi bu 7 Haziran uyarısı, AKP için ciddî bir fırsat olmalı.
* Merkezin zayıflaması gene de iyi değil. AKP çevreden, sistemin periferisinden, belediyelerden gelip merkeze oturmuş ve merkezi doldurmuştu. Şimdi AKP ve CHP’den MHP ve HDP uçlarına oy kaybı merkezin zayıflamasına işaret ediyor. Önümüzdeki dönemde merkezi kimin, nasıl dolduracağı sorunu tekrar önem kazanıyor.
* Kimliklerin özgürleşmesi iyi; kimlik siyasetinin bu kadar belirleyici olması kötü. Dört partinin hepsi, aşağı yukarı net bir sosyo-politik, ideo-kültürel kimliğe oturmuş durumda. Aşırı Türk milliyetçisi bir kimlik; Sünni Müslüman bir kimlik; laik-ulusalcı bir kimlik; Kürt milliyetçisi bir kimlik. Meclis açılışında, Deniz Baykal’ın bir yanında AKP’den dindar bir genç kadın, diğer yanında HDP’den Öcalan’ın yeğeni oturuyordu. Eskiden bunların bir kısmı tabuydu, susturulmuştu, aşağı itilmiş ve bastırılmıştı. Dolayısıyla (Sözcü’nün göstermek istediğinin tersine, olanca yeknesaklaştırıcılığı ve kalıplayıcılığyla Kemalist otoriter-modernizmin ve Cumhuriyetin değil) asıl AKP’nin başını çektiği demokratikleşmenin ürünü olan bu renklilik çok güzel. Öte yandan, siyasetin kimliklere böylesine hapsolması ve arada bire bir ilişki kurulması düşündürücü. AKP, tam da bunu aşıp çeşitli kimliklere (yeniden) hitap edebilmek zorunda.
* İçerme ve içselleştirme problemi. 2002-2011 arasında AKP somut toplumsal talepleri demokratikleşmeye eklemleyebilmiş; aynı zamanda (belki bu sayede) önemli bir içerme ve içselleştirme kabiliyeti sergilemişti. 2011’den sonra ise her iki açıdan gerileme gösterdi. Demokratik reform hamleleri azaldı. Diğer kimliklere seslenişi zayıfladı. Laikleri hiç içeremez oldu. Mayıs 2013’ten itibaren, Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonuyla birlikte, hemen tamamen savunmaya çekildi. Bir kısım liberal-demokrat aydını kaçırdı (ve bu, gerek iç gerek dış kamuoyu oluşumu açısından pahalıya patladı). Bunu, Kürtlerin kaçışı izledi (bkz aşağıda).
* Bir dönem sona erdi; şimdi yeni kuşaklar, dolayısıyla yeni bir dönem söz konusu. AKP 2002’den beri 13 yıldır sürekli iktidardaydı. Bu, hele demokratik rejimlerde çok uzun bir süre. Bugün 20-21 yaşlarındaki üniversite öğrencileri 2002’de 7-8 yaşlarındaydı; bugün 17-18 yaşlarındaki liseliler ise 4-5 yaşlarındaydı. Dünyaya gözlerini açtılar ve AKP’yi gördüler. Eski Türkiye’yi hiç ama hiç bilmiyorlar. Darbeler, sıkıyönetim, askerî vesayet, OHAL, işkence, faili meçhuller. Okulsuzluk, konutsuzluk, metrosuzluk, hastanesizlik; yoksulların her türlü altyapı ve hizmet için kuyruklarda beklemesi, yerlerde sürünmesi. İnsan hafızası kısa ömürlü. Bitti bunlar — ve bunları sonlandırmanın başarı öyküleri de bitti. Artık habire Eski Türkiye’den söz ederek kazanılacak bir şey yok. Yeni Türkiye’nin içini farklı bir şekilde, önümüzdeki 10-15 yılın projeleriyle doldurmak lazım.
* Sorunları sağcılaştırmamak. Siyasette eski sağ-sol ayırımının önemi kalmadı. İdeolojik çatılar altından konuşmak yerine, tek tek her soruna ayrı ayrı yaklaşmak lâzım. Sorunları ve siyaseti organikleştirmemek lâzım. Buna rağmen tabii bazıları israrla her sorunu solculaştırmaya çalışıyor: Kürt sorununu solculaştırmak; Ermeni sorununu solculaştırmak; Alevilik sorununu solculaştırmak gibi. Bu, bizatihî bu sorunlar ve gerçek tarafları açısından hatâ, çünkü yersiz bir cepheleşmeye götürüyor ve çözümü zorlaştırıyor. Zıddı ise bu sefer bu veya başka sorunları sağcılaştırmak olmamalı. Bu, AKP açısından çok önemli: Tek tek meseleleri sağcılaştırmamaya; savunmayı sağcılaştırmada aramamaya özen göstermek zorunda. Doğrudan doğruya kendi kimlik tanımı ve arkasındaki tarihî gelenekler bakımından da çok önemli. Örneğin AKP’nin geçmişi sık sık Menderes’lere ve Demokrat Parti’ye dayandırılıyor. Bu miras benimseyişi aslında çok yanlış. Asla o kadar geriye gitmemek; en fazla ANAP’a yaslanmak lâzım.
* Cumhurbaşkanının rolü. Kimse buyurganlığı sevmiyor. İnsanlar rahat bırakılmak istiyor. Bağırıp çağırmalardan, hayat tarzlarına karışılmasından, azarlanmaktan, kimliklerine lâf söylenmesinden hoşlanmıyor. Bunun ardında, yeni bir sosyoloji de yatıyor.
* Kentlilik-köylülük, çeşitlilik-türdeşlik sorunları. AKP’nin tabanı esas olarak şehirli. Ama söylemi şehirli değil. AKP kendi tabanının eskisinden ne kadar farklı, ne kadar ileri, ne kadar heterojen olduğunun farkında değil. Hâlâ kabaca milliyetçi-mukaddesatçı diye tarif edilebilecek taban var sanıyor; dolayısıyla söylemi, eski, geleneksel sağ-dindar söylemin unsurlarını çokça barındırıyor. Etyen Mahcupyan AKP seçmeninin Türkiye’deki en demokrat seçmen kitlesi olduğunu; o kadar hamaset ve o kadar kaba Osmanlıcılık istemediğini vurguluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bu ögelere çok fazla başvuruyor ve meselâ “dindar bir nesil istiyorum” diyebiliyor. Bunun hiçbir hitap kabiliyeti yok. Bizatihî kendi tabanı, faraza Müslüüman kökenli üniversiteli nesiller, kendi özlemlerini böyle tanımlamıyor. Dindarlıklarına özgürlük istiyorlar — ve bu özlem de çoğulculaşmış durumda; kendi dindarlıklarını çeşit çeşit yaşayabilmeyi de kapsıyor. Başka türlü söylersek, topluma böyle bir inanç homojenliği dayatmayı düşünmüyor ve formülleştirmiyorlar. Dahası, kimse kimsenin (cumhurbaşkanının) şöyle bir nesil istiyorum, böyle bir nesil istiyorum diye iddialar ortaya atmasından hazzetmiyor. Bunun elbette diğer kimlikler üzerinde özellikle itici ve ötekileştirici bir etkisi oluyor.
* Yeni pozitivizm ve kuruluk. Belediyeler ve belediyecilik başarıları AKP’yi güçlü kıldı, sağlam bir tabana oturttu. Ama aynı zamanda, şu şu sosyo-ekonomik hizmetleri sağlar, şu şu maddî kalkınma hamlelerini gerçekleştirirsek bu iş tamamdır gibi bir hava da yarattı. Kentlilik, çeşitlilik ve şenliklilik ilişkisi gözardı edildi. Oysa kent şenlik ister. Kültürel ve kimliksel çeşitlilik keza şenlik ister. İnsan hayatı için, bir eğlenti ve eğlence havası, eğlenebilme kapasitesi ve kültürü de muazzam önemde. Osmanlı, örneğin, bu kadar kuru ve donuk muydu? Bu kadar şenliksiz miydi? [Bu konu, fazla hamaset, fazla dindarlık ve kaba Osmanlıcılık istememeye de bağlanıyor.] AKP’nin bu açıdan yeni bir kentlilik ve gençlik kültürü, yeni bir eğlence ve şenlik kültürü üzerinde düşünmesi lâzım.
* Gezi, AKP’de sağcılaştırıcı bir etki yaptı. Bırakalım, Gezi’nin ne olduğunu, nereden kaynaklandığını, kimlerin ne umutlar bağladığını. Gezi’ye reaksiyonu içinde AKP sağcılaştı ve tutuculaştı. Defansif refleksi içinde kültürün çeşitliliğini kabullenişten tekilliğini arayışa görece daha fazla yöneldi. Oysa AKP’nin tek ve tekil bir kültür arayıp özlediği izlenimini dahi asla vermemesi lâzım.
* AKP, karşıtlarınca nefret edilmemeyi amaçlamalı. Geçmişte Bülent Arınç, AKP’nin çok seveni ama çok da nefret edeni olduğunu söyledi. Bu nefretin nedenleri üzerinde durulmalı. Sadece İslamofobiden mi kaynaklanıyor, yoksa nedenleri arasında AKP’nin iktidarının uzun süreliliği ve başka kimliklere hitap kapasitesinin zayıflaması gibi nedenler de var mı? Öyle veya böyle, bu nefret bariyeri aşılabilmeli. Muhalefetteki insanlar, varsın AKP’yi sevmesin. Ama sevmemek/sevilmemek başka; nefret etmek/edilmek başka.
* Kürt sorunu, bu genel gözlemlerin ötesinde, yemekte tek en çok konuşulan, AKP’nin de belki en çok eleştirildiği konu oldu. Bölgede muazzam bir değişim yaşanıyor. Ortadoğu’ya Sykes-Picot Anlaşmasıyla (1915-16) verilmek istenen, kısmen de verilen şekil çöktü. Irak ve Suriye’de devlet diye bir şey neredeyse kalmadı. Buna karşılık Kürtler açısından yeni olanaklar doğdu. Kürdistanî perspektifler, Türkiyeli perspektiflere ağır basmaya başladı. Dolayısıyla artık yeni bir Kürt sorunu söz konusu. Bu çerçevede, Ortadoğu’ya bulaşmamak diye bir şey de olamaz. Zira Ortadoğu patlamış, gelip Türkiye’ye bulaşmış bulunuyor. AKP de Çözüm Sürecini canlandıracaksa, bu yeni koşulları gözetmek zorunda.
* Üç büyük kırılma yaşandı. (1) Uludere/Roboski. (2) Kobani. (3) Dolmabahçe. Üçü de Kürtleri uzaklaştırıcı etki yaptı, AKP’ye büyük zarar verdi. [İftarda konuşulmamakla birlikte — Uludere’nin esrarı bir türlü çözülemedi; Jandarma İstihbarat’taki Cemaat yuvalanmasından gelen bir yanlış enformasyon komplosu olduğu söyleniyorsa da, açıklığa kavuşturulamadı.] Kobani büyük bir millî bilinç uyanışıydı Kürtler için. Iraklı, Suriyeli, Türkiyeli bütün Kürtlerin gözü oraya dikildi. Tamam, hükümet sonradan bir yığın şey yaptı Kobani’ye yardım çerçevesinde. Ama ilk başta hayli eksik kaldı ve bu, büyük ölçüde PKK’ya yaradı. Dolmabahçe mutabakatından geri dönülmesi de çok büyük bir hatâ oldu. 2011’den bu yana, en önemli, hattâ neredeyse tek demokratikleşme kulvarı olarak Çözüm Süreci kalmıştı. Dolmabahçe mutabakatının reddi ve devamında Çözüm Sürecinin askıya alınması, bunu da ortadan kaldırdı. AKP HDP’yi hedef aldığı ölçüde eski ve son derece yaralayıcı söylemlere geri döndü. Kürtler de buna karşı ispat-ı vücud eylemek ihtiyacını duydu.
* Kürtler açısından da, geçmişi bilmeyen kuşaklar söz konusu. 2002’den bu yana geçen 13 yılda, sadece yepyeni Türk nesilleri değil, yepyeni Kürt nesilleri de doğup büyüdü. Ve onlar da karşılarında hep AKP’yi gördü, sadece AKP’yi gördü. Ne Tansu Çiller, ne Doğan Güreş, ne JİTEM, ne OHAL, ne falanca albay, filanca yarbay. Devlet onlar için AKP oldu; TC onlar için AKP oldu. Gidin güneydoğuyu gezin, dolaşın, konuşun; OHAL’i de, JİTEM’i de, faili meçhulleri de, işkenceleri de, köy boşaltmaları da hep AKP yapmış; buna inandırılmışlar ve inanıyorlar.
* Buna bağlı olarak, mahalle baskısı. Evet, çok derin, çok büyük boyutlarda. Büyükşehir Belediye Yasası, metropolleri civar köylere teslim ve esir etti. Köyler ya da kırsal alan, şehir merkezleri üzerinde hakimiyet kurdu. Belediyelerden halka “AKP’ye oy çıkarsa hizmet yok” mesajı verildi. Bölgedeki Paralel Yapı yargıçları ve polisi de her noktada AKP aleyhine çalışıyor. Geçmişte fevkalâde Kürt düşmanı oldukları halde, bu seçimlerde bu, HDP’yi kollamak ve maksimize etmek şeklini aldı. Çeşitli yöntemlerle, seçim ve sandık kurullarını HDP’lilere teslim ettiler; ele geçirmelerini kolaylaştırdılar veya göz yumdular. Cemaat CHP’ye girdi ve karşımıza CHP gözlemcileri kılığında çıktı. Bu sıfat ve yetkileriyle de alenen HDP propagandası yaptılar; sandık başında bile “HDP’ye oy ver” telkininde bulundular (bazı yerlerde polis lojmanlarındaki sandıklardan bile HDP çıktı). Öte yandan, neredeyse linç etmeye varan baskı ve tehditler karşısında AKP’li gözlemcilerin yüzde 70-80’i görev yerlerine gidemedi. Bazı propaganda yöntemleri de ilginçti doğrusu. Örneğin çok daha önce ölen ama gömülmeyip bekletilen bazı nâşlar yeni çatışmada ölmüş PKK şehitleri gibi tabutları içinde dolaştırıldı; öte yandan bazı köylerden, ölüler dahil yüzde yüz oy çıktı. Fakat bu arada, işin başka bir boyutu da şu ki özel olarak kadınlara, Erdoğan’a olan sevgi ve sempatileri nedeniyle oy kullandırtmadılar.
* Ancak bu baskı ve tertipler Kürt oyu kayıplarını açıklayamaz. Şu çok basit bir gerçek: HDP en çok oyu İstanbul’da aldı; 1,068,000 oya ulaştı. Güneydoğuda ise varsıl-dindar Kürt oyları da HDP’ye gitti. Bölgede AKP, evet, var olmasına var. Ama nasıl? Şu bir gerçek ki, her zaman daha çok Türk + Arap + Zaza oylarını alıyordu. Bunların yanı sıra, bir de varsıl ve dindar Kürt oyları AKP’nin; yoksul Kürt oyları ise daha çok PKK şemsiyesi altındaki yasal Kürt partilerinindi. İlk defa bu seçimlerde varsıl-dindar Kürt oyları da büyük ölçüde PKK-HDP eksenine kaydı. Şimdi bölgede AKP’lilik baskı altında. Eskiden, güneydoğuda herkes Kürt hareketine taraftar olduğunu, faraza HADEP’li vb olduğunu söylemeye korkardı. Şimdi herşey tersyüz. AKP’liler AKP’li olduklarını söylemeye korkuyor. Hele Erdoğan taraftarlığını telaffuz etmek çok zor. PKK hegemonyası artık bu boyutlarda.
* “Yeni Türkiye için yeni AKP” Kürtlerle nasıl tekrar bağ kuracak? Önemli bir husus, Suriye Kürtlerini asla düşman almamak. Evet, PYD problem; AND desteği de problem; İran da problem. Ama bunların hiçbiri IŞİD ile karşılaştırılabilecek düşman veya tehlikeler değil. Türkiye, ne olursa olsun bu gibi noktalarda Kürt duyarlılıklarını gözetmek zorunda.
* Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetmek çok zor olacak. Hattâ, kurulacak herhangi bir koalisyonun Türkiye’yi nasıl, ne ölçüde yönetebileceği çok şüpheli. Onun için belki daha mütevazi hedefler konmalı. Örneğin yönetilebilir bir Türkiye’nin inşası gibi.
* Bu çerçevede, AKP’nin bir basın sorunu da var. [Şahsen benim geçmişte yazdığım gibi, Türkiye’nin “ana akım” medyasından gördükleri amansız ve insafsız düşmanlık karşısında, Erdoğan ve AKP kendi medyasını yaratmaya yöneldi. Sonuçta, olmayabilirdi ama böyle bir medya var artık. Ve bu, çok kötü, son derece kötü bir medya.] AKP’nın “parti basını”nın AKP’ye zerrece faydası yok. Tersine, zararı var. Çok kaba bir propaganda çizgisi ve tepeden inmecilik, gerçek gazetecilik beceri ve sezgilerini de öldüren, kes-yapıştırcı diye tarif edilebilecek, kraldan fazla kralcı bir tipoloji yaratmış durumda. Kimse de yahu siz ne yapıyorsunuz, biz bunu istemiyoruz diyemiyor. Böyle bir basınla, sesini duyurabilmek, söylem yenileyebilmek, başka kesim ve kimliklere hitap edebilmek, ya da Batı medyasının bazı kesimlerinin AKP düşmanı kuşatması ve dezenformasyonunu aşabilmek son derece zor. Ne olacak ve nasıl olacaksa olsun, bambaşka bir yaklaşım gerekli.
* * *
İşte bu tür fikirlerle geçti, toplamda altı küsur, asıl konuya odaklı olarak o dört küsur saatlik iftar süresi. Kimseye haksızlık etmediğimi; yanlış özetlemediğimi umarım. Bir noktanın tekrar altını çizmeliyim: Yukarıdakiler münhasıran davetli katılımcıların söylediklerdir; başbakanın ve diğer bakanların başta, aralarda ve en sonda söylediklerini tamamen bu derlemenin dışında tuttum. Dolayısıyla yukarıdaki hiçbir ifade, onlara izafe edilemez. Ama dolaylı biçimde de olsa, AKP liderliğinin geniş vizyonu ve gündemiyle; bu geçiş ânında herşeyi yeniden değerlendirme yaklaşımının kucaklayıcılığıyla; taktik ucuzluk ve sathîlikten uzaklığıyla ilişkilendirilebileceğini sanıyorum.
Pratikte ne olacak? Onu hep beraber yaşayarak göreceğiz.