[29-30 Mayıs 2015] İki hafta önce ruh halimi Rahatsızlık, şüphecilik, bağımsızlık, yalnızlık (15-16 Mayıs) diye tarif etmiştim. Üzerine, dün Demiray Oral’ın GGŞEÖ üyesiyim yazısı geldi (“Gizli Gizli Şüphe Edenler Örgütü” demekmiş). Ben de gene etrafıma bakıp bu nasıl bir yanlışlar ufku diye düşünüyordum. Bir kere daha, tek el şaklamaz misali, ötekine referans yoluyla kendini ve sonra kendinden hareketle ötekini haklı çıkaran kutuplaşmalarla kuşatılmış bulunuyoruz.
1960’lardan itibaren aşırı sağın saldırıları sol gençlik örgütlerini savunma gerekçesiyle silahlanma bataklığına çekmiş; ne olursa olsun meşru zeminde kalacak yerde, faşizmi karşılarındaki birkaç ülkücüden, faşizme karşı mücadeleyi de tabanca taşımak ve “kalemiz” olması gereken fakültelerde nöbet tutmaktan ibaret sanan bir dar görüşlülüğe savrulmuşlardı. “Ne yapalım yani, elimiz kolumuz bağlı bekleyelim mi” deyip duruyor; ne yaparsanız yapın büyük tabloyu göremiyor; girdikleri örgüt ve patika bağımlılığının dışına çıkamıyorlardı.
Bugün ise, ilginçtir, aynı düello mantığı tuzağıyla AKP yüz yüze. Biraz durup düşünürsek, çok da şaşırtıcı değil, çünkü mazlumların dünyayı değiştirmeye yönelik muhalefet ve seferberlik ideolojisi olarak Marksizm ve türevlerinin yerini büyük ölçüde İslamcılık aldı. Eski sol (veya bir bölümü) ile eski sağ (veya bir bölümü) bu yüzden yer değiştirdi. Gerçi daha 1950’lerde Demokrat Parti de giderek yıkıcı ve devirmeci bir muhalefete maruz kalmış; biraz bu yüzden rayından çıkıp otoriterleşme hatâsına sürüklenmiş; kendini darbe tehlikesi karşısında zayıf ve kırılgan kılmıştı. Ama bugün AKP açısından durum çok daha net. AKP sadece DP, AP ve ANAP (ve MNP, MSP, Refah, Fazilet, Saadet) geleneklerinin devamı ve daha tecrübeli sentezi değil. Aynı zamanda, paradoksal olarak günümüzün yeni siyasî dağılım ve mevzilenmesinin göreli solu, bir bakıma. Ve işte bu konumuyla, kendini DP’den çok daha geniş bir cephe ve yöntemler manzumesiyle karşı karşıya buluyor. Yakın zamanda bu yelpaze, CHP, MHP ve Gülen Cemaatinin gibi sabit unsurlarının yanı sıra DHKP-C’yi; ona bile sempati duyan tipik Türk solcusu kimliği ve çizgisine meyledişiyle HDP’yi; Hürriyet’in “yüzde 52 oyla idam” manşetini; New York Times’ın NATO’ya müdahale çağrısını, “200 aydın”ın her nasılsa NYT’nin o meşum başyazısına çok yakın bir doğrultudaki, 7 Haziran seçiminin üzerine soru işaretleri konduran son “bildiri”sini de içine alıp, oradan Cumhuriyet gazetesinin dünkü “TIR silâhları” tazelemesine uzandı.
Bunun nasıl bir düşmanlık çemberini ifade ettiği çok açık. Gürbüz Özaltınlı’nın Büyük oyun nitelemesini hak ediyor doğrusu (bkz 27.5.2015). Öte yandan, bu düşmanlığa karşı, onun türevi, simetriği ve aynadaki aksi gibi bir “düşman kültürü”yle mukabele edilip edilmeyeceği, bunun kaçınılmaz olup olmadığı ayrı bir sorun. Marksizm ile İslamcılık arasındaki selef-halef ilişkisini ayrıca ve daha etraflı yazmak istiyorum. Şimdilik sadece şunun altını çizeyim: Marksizmin ve Marksist solun serüveni, doğrularından çok yanlışlarıyla, yanılsamalarıyla, takıldığı engellerle, yuvarlandığı çukurlarla, İslamcılar için önemli derslerle dolu. Son birkaç yılda, örneğin, bir kısım AKP’liler ile AKP yanlısı gazeteci ve yazarlardan, sürekli şunu duyuyorum: “Şimdi kavga zamanı; kavga verirken başka şey düşünülmez, eleştiri yapılmaz, düşmana koz verilmez; sımsıkı kenetlenilip öyle durulur.” Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra diner gibi olmuştu. Şimdi tekrar canlandı. Siyasetin (ve dolayısıyla medyanın) normalleşmesi kabul edilebilir hale geldi — sanıyordum. Derken şimdiki seçim kampanyasıyla birlikte sertlik ve gerilim yanlılığı tekrar öne çıktı. “Kavga zamanı” söylemi (faraza Abdülkadir Selvi’nin son yazılarında dile getirdikleri dahil) her türlü eleştiriye sırt çevirmenin mazereti oldu. Bugün (30 Mayıs) Melih Altınok muhalefetin Enternasyonal’in ünlü “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık” mısraıyla aynı havada olduğunu yazmış. Haklı, ama bence bu iktidar için de geçerli. Ve özellikle “en sonuncu kavga”nın lideri Erdoğan’a ve “Erdoğancı”lara hiçbir şekilde toz kondurmamanın zeminini oluşturuyor.
Biliyor musunuz, bu mantık Sovyetler Birliği’nin sonunu getirdi. Marx ilk başta “proletarya diktatörlüğü”nü sırf devrim ânı, yani iktidarın zorla, şiddet yoluyla zaptı momenti için öngörmüştü. Çok net olmamakla birlikte, herhalde kafasında çok sürmeyecek bir kentsel kalkışma vardı. Keza sosyalizmi de kısa sürede, kolayca kurulabilecek bir şey gibi görüyordu. Sonraki yıllarda bu fikri değişti; sınıfsız topluma ulaşmanın ne kadar zor olduğundan ve uzun süreceğinden; artık “sosyalizmin ilk aşaması” adını verdiği bir dönem boyunca, sosyalizmin henüz içinden çıktığı kapitalizmden bazı bakımlardan pek de farklı olmayacağından söz etmeye başladı. Bu, “proletarya diktatörlüğü”nün gerekli sayıldığı dönemin habire uzamasını beraberinde getirdi. Lenin ve Stalin’le “sınıf mücadelesi”nin varlığı, “üretim araçlarının mülkiyetinin sosyalist dönüşümünün tamamlanması”na kadar olan safhayı; Mao ile, ondan sonrasını da kapsadı. Teorideki bu mübalağa ve çığrından çıkarma operasyonuna, daha pratik politika düzleminde, gerek ülke içi ve gerekse dışında, her yerde açık-gizli kapitalistler, burjuva restorasyonistleri, emperyalist ajanlar, yıkıcılar, sabotörler gören bir “düşman kültürü” (culture of the enemy) eşlik etti. Zaman zaman, bu ana çizgi ve mecradan şüphe eden, eleştirel bakmaya çalışan komünistler de çıktı (1950’lerde bir ara Mao’nun kendisi de dahil). Ne ki, her seferinde ortodoksluk galip geldi. Kendini koruma içgüdüleri ağır bastı. Devâsâ lider kültleri yükselirken, parti içi eleştiriler de “revizyonizm” üzerinden giderek kapitalizmin ve emperyalizmin hesabına yazılıp düşmanlaştırıldı. Bütün demokrasi olanakları boğuldu. Yaratıcılık öldü. Sistem taşlaştı, atrofiye uğradı ve bir süre can çekiştikten sonra ruhunu teslim etti.
Gene biliyor musunuz, aynı hastalık Sovyet ve dolayısıyla Komintern gelenekleri ve kültürüne orasından burasından bulaşmış bütün sol akım ve partilere de musallat oldu; uzun vâdede hepsinin sonunu getirdi. Muhalefetteki komünist partiler ve benzerleri de nereye baksalar düşman gördüler. Sosyalizme ve sosyalist ülkelere yönelik her eleştiri, her objektif bilgi ve haber yalan sayıldı. Kendilerine yönelik her eleştiri ve her objektif bilgi veya haber de keza yalan sayıldı. Her yerde küçük Stalin taklitleri ve onların etrafında karikatür niteliğindeki lider kültleri türedi. Burjuva propagandasına karşı habire disiplin ve daha fazla disiplin, safların habire sıklaştırılması ve daha fazla sıklaştırılması istendi. Bir an geldi; Marksist solun en ufak bir güvenilirlik ve inanılırlığı kalmadı. Gerçeklerden koptu, kitlelerden koptu, saygınlığını yitirdi.
Hele şu seçimler geçsin, her şey düzelecek deniyor. Bense düzelme ve normalleşme konusunda hele şu geçsin, hele bu geçsin ertelemeciliğine karşıyım. Bu, anormalliği uzatıp durmaktan başka pek bir sonuç vermez. AKP’nin Amerika’yı yeniden keşfetmek zorunda kalmamasını dilerim.