Seçimlere sadece iki hafta kalmışken en kritik değerlendirmeler doğal olarak AKP’nin muhtemel oyu ve HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı üzerinde yapılıyor. Farklı sonuçların epeyce farklı bir siyasi gündem üreteceği açık. Ancak sonuç ne olursa olsun, seçimden muhtemelen hemen sonra yeni parlamento ve hükümetle birlikte yine asli sorunlarımıza döneceğiz ve karşımızda aynı söylemleri sürdüren aynı siyasi aktörleri bulacağız. Dolayısıyla şimdiden daha geniş bir bakışı aklımızın kenarında tutmakta yarar var. Çünkü Türkiye’nin siyasi dengesi önümüzdeki seçim sonuçlarından öte bir arka plana işaret ediyor.
Bunun en ilginç göstergelerinden biri aslında seçim anketleri… Aylardır çok sayıda firmanın seçim anketleri ile karşılaşıyoruz ve bunlardan bazılarının manipülatif olduğuna dair kuşkularımız muhtemelen haklı. Öte yandan birkaç tane de ideolojik eğilimleri belirgin olsa da, ‘nesnel’ bir sonuç arama peşinde olan ve bulgularını gizlemeyen araştırma şirketi var. Bu kurumların verilerini yan yana koyduğumuzda ve aralarındaki teknik varsayımlara ilişkin farklılıkları da dikkate aldığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Aylardan bu yana bütün partiler konjonktürel olayların etkisi nedeniyle bazı oynamalar dışında aynı yerde duruyorlar. Faiz tartışması AKP oyunda ani bir düşme yaratmıştı ama bir hafta sonrasında yine eski rakamlara dönüldü. HDP ise yine anlık oynamalar dışında hâlâ barajı aşabilmiş gözükmüyor.
CHP ve MHP’nin popülizmden medet uman seçim stratejilerinin bir iki puan kazanma şansı olabilir ama bu muhtemelen kararsız veya geçmişte oy vermeyen seçmenden gelecek. Dolayısıyla katılım oranının yüksek kalmasını sağlayacak. Bu ise partileri olumlu ya da olumsuz etkileyebilecek olayların göreceli etkisinin fazla olmayacağını ima ediyor.
Kısacası Türkiye’de net ve konsolide olmuş bir siyasi ayrışma var. Bunun anlamı seçmen tercihlerinin bu seçimlere ilişkin olmadığı, onu aşan bir biçimde ‘kategorik’ hale geldiğidir. Bazıları için bu kimliksel bir ayrım… Karşımızda İslami, laik, Türk ve Kürt kimliklerini temsil eden partiler var ve eğer kimlik bu denli önemliyse seçmen oylarının sabitlenmesi de doğal. Ancak Türkiye’nin son yirmi yılına baktığınızda bu varsayım çok yüzeysel kalıyor. Ne partiler bu türden bir stratejiye sahip, ne de seçmen böyle homojen bir yapıda… Orta sınıfı yüzde kırka taşımış bir AKP, muhafazakârları aday gösterebilen bir CHP, Türk kelimesini kullanma heveslisi olmayan bir MHP ve ‘Türkiyelileşmek’ söylemini sahiplenen bir HDP’nin kimlik siyasetine dayandıklarını söylemek zor. Toplum ise çoktan bu kimliksel kalıpların ötesinde düşünüyor ve tutum alıyor. Bugün tek bir kimliğe dayalı veya onu öne çıkaran neredeyse tek bir sosyal eylem veya siyasi itirazla karşılaşmıyoruz.
Öyle ise seçmen konsolidasyonunun temeli ne? Cevap seçmenlerin nasıl bir Türkiye istedikleri sorusunda aranmalı. Kimlikler bu açıdan etkili, çünkü herkes kendi gelecek tahayyülünü üretirken kendi kimliği için kazanılmış hakları koruma ve özgürlük alanını genişletme dürtüsüyle davranıyor. Ama hiçbir gelecek tahayyülü sadece kişinin kendi kimliği etrafında örülmüyor. Her biri Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağına ve olması gerektiğine dair bir tasavvura sahip.
Ayrışma da bu noktada. Bugün ülkenin geleceği açısından birbiriyle tam olarak çakışmayan dört farklı hayal yarışıyor. AKP’nin en çok oyu almasının ve oyunu bu noktaya taşımasının ise kimliği aşan basit bir nedeni bulunuyor: O hayal hem daha gerçekçi, hem de daha otantik.