Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan olaylarla ilgili başlattığı soruşturmada 7 ilde 82 kişi hakkında gözaltı kararı verdi.
Soruşturmanın no’su 2014/146757. Yani bu, 2014 yılında başlatılmış altı yıllık bir soruşturma; yeni değil.
Yine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açıklamasına göre 82 şüpheliden 20’si gözaltına alınmış durumda.
Gözaltına alınanlar arasında Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen, eski milletvekilleri Altan Tan, Sırrı Süreyya Önder, Ayla Akat Ata, Emine Ayna, Nazmi Gür de var.
Aralarında Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da olduğu dört kişi zaten hapiste ve halen milletvekili olan Pervin Buldan, Garo Paylan, Meral Danış Beştaş, Sezai Temelli, Hüda Kaya, Saruhan Oluç, Serpil Kemalbay hakkında da fezleke hazırlandı.
Peki 82 kişinin geri kalanları kimler?
Başsavcılık açıklamasından okuyalım:
“Yakalanamayan (61) şüphelinin bir kısmının PKK/KCK terör örgütünün dağ kadrosunda yer aldıkları bir kısmının da yurt dışında olduğu tespit edilmiştir.”
Neden PKK’nın dağ kadrosundan isimlerin de bu soruşturmada olduğu sorusuna cevabı yine başsavcılık açıklamasının girişi veriyor:
“06-07-08/ Ekim 2014 tarihlerinde, Ülkemiz genelinde “KOBANİ” olayları olarak bilinen terör amaçlı eylemlerde; PKK/KCK terör örgütü sözde örgüt yöneticileri, örgütün gençlik yapılanması, kadın yapılanması ve şehir silahlı yapılanması ile Halkların Demokratik Partisi (HDP) MYK üyeleri ve eş başkanlarınca sosyal medya hesapları ile PKK/KCK terör örgütünün bazı basın yayın organlarında “Fırat Haber Ajansı ve Gençlik Yapılanması, Kadın Yapılanması vb” üzerinden halkı sokağa çıkıp terör eylemleri gerçekleştirmeleri yönünde çok sayıda yaptıkları çağrılar üzerine…”
Yani Başsavcılık dünden beri herkesin zannettiğinin aksine, 6-8 Ekim olaylarıyla ilgili sadece HDP’nin yaptığı bir çağrı olmadığını söylüyor.
Çağrılara geçmeyen 6-8 Ekim’in hemen öncesine bakalım.
Her şeyi 15 Eylül’de IŞİD’in Türkiye sınırında, Suruç’un tam karşısında bulunan, YPG’nin kontrolündeki Kobani’ye saldırısı başlatmıştı.
Türkiye, saldırılar artınca sınırını kapatmış, Kobani’deki siviller Türkiye sınırına yığılmıştı. Karşı tarafta Suruç’ta da HDP’liler toplanmış, Türkiye’nin sınırı açması için gösteriler yapılmış, göstericilere polis müdahale etmişti. Gergin bir bekleyiş sürüyordu.
Dört gün sonra Türkiye 19 Eylül’de sınırlarını açtı. Ama bu dört günlük gecikme Kobani konusunda hükümete karşı öfkeyi artırmış, “sınırda YPG yerine IŞİD’i istiyorlar” algısına neden olmuştu.
Çözüm süreci sürüyordu ve Kobani meselesi çözüm sürecini bitirebilecek bir krize dönmüştü. Hükümet yetkilileri ve HDP’liler arasında sürekli görüşmeler yaşanıyordu. HDP’liler sık sık Kobani’ye geçip oradakilerin taleplerini Türkiye’ye iletiyorlardı.
1 Ekim’de Başbakan Ahmet Davutoğlu, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la görüştü.
HDP’lilerin talebi Türkiye’nin Kobani’de IŞİD’e müdahale etmesi ya da Suriye’deki diğer kantonlardan YPG’nin Kobani’ye geçebilmesi için koridor açmasıydı.
Bu talepler için 4 Ekim’de PYD başkanı Salih Müslim Ankara’ya geldi.
Ama bu görüşmeden de bir sonuç çıkmadı; Türkiye, YPG’ye bu koridoru açmadı.
IŞİD de Kobani’ye yüklenmeye devam etti.
Bu sırada 26 Eylül’den itibaren hükümetin Kobani politikasını protesto için sokaklarda gösteriler başlamıştı.
Gösterilerde sahneye PKK’nın şehir yapılanması olan YDGH çıktı.
26 Eylül’de Viranşehir’de, 1 Ekim’de Cizre’deki gösterilerde YDGH’li gruplar polisle karşı karşıya geldi; taşlı saldırılara, gaz ve tazyikli suyla karşılık verildi.
http://www.iha.com.tr/haber-cizrede-olayli-isid-protestosu-396174/
https://www.haberturk.com/gundem/haber/994079-ceylanpinarda-gerginlik
6-8 Ekim’de yaşanacak olaylarla ilgili ilk açıklama ise, soruşturmalarda hiç bahsedilmese de 6 Ekim günü İmralı’da Öcalan’la görüşen kardeşi Mehmet Öcalan’dan geldi.
6 Ekim akşam üstü PKK’nın haber ajansı ANF sitesinde Mehmet Öcalan’ın ağzından Öcalan’ın şu sözleri yansıdı:
“IŞİD’in olduğu yerde ve Kürtlerin yaşadığı bölgede nerede bir IŞİD varsa sonuna kadar direnilecek. Sonuna kadar direneceğiz. IŞİD’e hiçbir taviz verilmeyecek.”
Ve o günün akşamı toplanan HDP MYK toplantısı sırasında, altı yıldır soruşturulan o çağrı yapıldı.
Bu çağrı önce akşam 20.30’da HDP’nin Twitter hesabından paylaşıldı.
“Şu anda toplantı halinde olan HDP MYK’dan halklarımıza acil çağrı! Kobane’de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AKP iktidarının Kobane’ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz”
Bunu daha uzun bir çağrı izledi:
“Halklarımıza ACİL EYLEM ÇAĞRISI!
Kobanê’de yaşanan katliam girişimine karşı 7’den 70’e bütün halklarımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Bütün uluslararası kurumlar, demokratik kitle örgütleri, emek ve meslek örgütleri, kadın ve gençlik örgütleri, demokratik güçler Kobanê’de yaşanan vahşete karşı harekete geçmelidir. Bundan böyle her yer Kobanê’dir! Kobanê’deki kuşatma ve vahşi saldırganlık son bulana kadar SÜRESİZ DİRENİŞE çağırıyoruz!”
Gergin bir ortamda, bir partinin kitlesini akşam saatinde acil kodlu bir açıklamayla “alan tutmaya” çağırmasının, hukuken açık bir şiddet çağrısı olmasa da, siyaseten, ahlaken büyük bir sorumsuzluk olduğu açık.
Burada bir parantez açıp o akşam HDP MYK’da bu çağrı kararının nasıl alındığıyla ilgili Selahattin Demirtaş’ın mahkemedeki savunmasında anlattıklarına bakalım:
“6 Ekim akşamı olağanüstü MYK toplantımız vardı. Tek gündem Kobani değildi, başka gündemlerimiz de vardı. Fakat biz o toplantıyı sürdürürken Suruç sınırındaki arkadaşlarımız aradı.
Soru: Saat kaçta, kimler vardı?
Kimler vardı isim isim hatırlamıyorum, ama MYK’nın karar alma çoğunluğu vardı. Zaten resmi alınması gereken kararları deftere yazarız. Toplantı halindeyken Suruç’ta bulunan arkadaşlarımız bir MYK üyemizi aramış, demiş ki, Mürşitpınar Sınır Kapısı düşmek üzere, şimdi ne yapacağız?
Başbakan konvoyun Türkiye topraklarından geçmesini kabul etti, ama Mürşitpınar Sınır Kapısı düşerse o konvoyun artık geçme ihtimali de kalmayacak. Orada birkaç bin sivil kalmıştı, büyük bir çoğunluğu Türkiye tarafına alınmıştı. Onlar da bir kaç saat sonra katledilmiş olacaktı.
Ne yapacağımızı tartışırken dedim ki, ben Başbakan ile bir görüşeyim, durumun kritikliğini, vahametini anlatayım… Ben toplantıdan çıktım. Toplantıya ara verdik, çıktım. Tam 11 veya 12 dakika, telefondan bakmıştım, Başbakan Ahmet Davutoğlu ile konuştum…. Telefon görüşmesi bitti ve morali bozuk bir şekilde toplantıya geri döndüm, arkadaşlara anlattım. “Budur” dedim.
Arkadaşlar da dedi ki, “Biz de bu arada yazılı kısa bir açıklama yapmışız.” Davaya konu açıklama budur. Bir anayasal haktır, demokratik protesto hakkı. Bunun kullanılması konusunda, daha doğrusu hükümete siyasi olarak tavır koyduğumuz konusunda.
Çünkü çözüm sürecindeyiz, görüşme yürütüyoruz. Öyle kolay kolay, Hükümet ile çatışacak bir pozisyona girmemeye dikkat ediyoruz. Hükümet de bizimle ilişkilerde buna dikkat ediyor. Çözüm sürecini yürüten iki partiyiz.
Ama o gün, siyasi bir tavır açıklamamız gerekir düşüncesiyle o açıklama yapıldı. Öyle gösteriler olacak, insanlar sokağa çıkacak, provokasyonlu gösteriler olacak, beklenti de bu değildi.
Hakim: Yani siz o açıklamanın yapılmasından haberdar değilsiniz özetle. Böyle mi anlıyorum?
Demirtaş: Benim de içinde bulunduğum toplantıda alınmış bir karardır. Öyle haberdar değilim falan değil. Ben sadece açıklama basına geçilirken, yazıldığında Başbakan ile görüşme halindeydim diyorum. Sonuna kadar ben o açıklamanın meşruiyetinin, haklılığının arkasındayım.
Hakim: Basın açıklamasının yapılma kararı alınmıştı siz çıktığınızda?
Demirtaş: Tabii ki, tabii ki. Alınmıştı, hiçbir tereddüt yok o konuda.”
Yani Demirtaş savunmasında bu çağrının kendisi Başbakanla telefon görüşmesi yaparken, arkasından yapıldığını anlattı. Parantezi burada kapatalım.
HDP’nin açıklamasına dönelim. Açıklamadaki dikkat çekici cümlelerden biri “sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz”du.
Bu cümleden, açıklamadan önce sokakta olanlar olduğunu anlıyoruz.
O günün internet sitelerindeki habere bakıldığında da HDP’nin çağrısından saatler önce İstanbul’un çeşitli ilçelerinde, Bismil’de, Adıyaman’da, Eskişehir’de Kobani için yürüyüş ve protesto haberleri görülüyor.
Ama bu acil kodlu, alan tutmalı çağrının gerilimi artırdığına, gösterileri büyüttüğüne şüphe yok. Ama HDP’nin çağrısının yapıldığı 6 Ekim akşamından 7 Ekim günü öğleden sonraya kadar herhangi bir ölüm olayı yaşanmadı.
Bu noktada Başsavcılığın açıklamasındaki soruşturmaya konu olan diğer çağrılara bakalım. Yani “PKK/KCK terör örgütü sözde örgüt yöneticileri, örgütün gençlik yapılanması, kadın yapılanması ve şehir silahlı yapılanması” nın çağrılarına.
Bunlardan en kritiği KCK’nın, yani Kandil’in çağrısı. 7 Ekim sabahı saat 08.50’de ANF’de yayınlanan PKK’nın çağrısı açık bir şiddet çağrısıydı:
“Kuzey halkımız İŞİD çetelerine, uzantılarına ve destekçilerine hiçbir yerde yaşam şansı tanımamalıdır. Tüm sokaklar Kobani sokaklarına dönüştürmeli, tarihin bu eşsiz direnişine denk bir direniş gücü ve örgütlülüğü geliştirilmelidir. Bu saatten itibaren milyonlar sokaklara akmalı, sınır insan seline dönüşmelidir. Her Kürt ve onurlu her insan, dostlar, duyarlı kesimler bu andan itibaren eyleme geçmelidir. An direniş eylemini geliştirme ve büyütme anıdır.”
Yine aynı sitede PKK’nın gençlik, kadın yapılanmaları, şehir milisleri YDGH’den de benzer içerikli, silahlı milislerin sokaklarda “IŞİD’çi cadı avına” çıkmasına neden olan çağrılar geldi.
Bu açıklamaların Öcalan’dan gelen ilk açıklamaya benzerliği de dikkat çekici.
Aynı 7 Ekim günü Gaziantep’te bir Suriyeli mülteci kampında mültecilere hitap eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği “Havadan bombalayarak bu sorunlar çözülmez. Bununla ilgili yerde mücadele eden yapılarla işbirliği kurulmadan netice alınamaz. İşte aylar geçti ve herhangi bir netice yok. Şu anda Kobani de düştü düşüyor” sözlerinden “Kobani de düştü düşüyor” kısmı bir sevinç ifadesi olarak algılandı, kısa sürede yayıldı.
PKK’nın çağrısıyla şiddetlenen olaylarda ilk ölüm haberi 7 Ekim günü saat: 14.00’de Muş Varto’dan geldi.
6-8 Ekim olaylarında ölenlerle ilgili en ayrıntılı dökümü yapan Hürriyet’ten Ali Dağlar’ın haberine göre, “7 Ekim Muş’un Varto ilçesinde Kobani’ye IŞİD saldırısını protesto eden gruplar sokaklara barikatlar kurup, polisle çatışmaya girdi. Varto’nun Buzlugöze köyünden inşaat işçisi 25 yaşındaki Hasan Buksur, bu olaylar sırasında başına isabet eden bir kurşunla hayatını kaybetti.”
Soruşturma dosyasında 37 olarak görülen ölü sayısı, Dağlar’ın ayrıntılı dökümünde 50 kişi olarak görülüyor; bu sayının 52 olduğu da ifade ediliyor.
https://www.hurriyet.com.tr/gundem/6-7-ekim-in-aci-bilancosu-50-olu-27525777
Dağlar’ın hikayeleriyle dökümünü yaptığı 50 kişi arasında Hüdaparlılar, Kobani için sokağa çıkmış göstericiler, göstericilere karşı sokağa çıkmış milliyetçiler, polisler, PKK’lılar, çatışma arasında kalmış vatandaşlar, Suriyeli göçmenler, giyimi, sakalı yüzünden hedef olanlar, korucular, saldırılan benzin istasyonu sahipleri tarafından öldürülenler var.
Yasin Börü ve arkadaşları da 7 Ekim günü Diyarbakır’da öldürülmüştü. Bayramın son günü kurban eti dağıtımından dönen Hüda-Par gönüllülerine kalabalık bir grup saldırmış, ilk saldırıda 19 yaşındaki Ahmet Dakak kesici aletler ve kurşunla öldürülmüş, buradan kurtulup kaçarak bir apartmandaki eve sığınan 16 yaşındaki Yasin Börü, 26 yaşındaki Riyad Güneş, 25 yaşındaki Hasan Gökguz sığındıkları evi basan grup tarafından üçüncü kattan aşağıya atılmış, çok sayıda bıçak darbesiyle feci bir şekilde öldürülmüş, kısmen yakılmışlardı.
Bu IŞİD’çi cadı avında Diyarbakır, Bingöl, Van’da Hüda-Par’a yakın toplam dokuz kişi öldürüldü.
Diyarbakır, Mardin ve Batman’da Hüda-Par binalarına saldırılırken binalardan açılan ateş sonucu en az 7 gösterici öldürüldü.
Gösteriler sırasında en az 10 kişinin polis, jandarma ve asker kurşunu ve gazıyla öldürüldüğü tahmin ediliyor.
Bunlar arasında, Viranşehir’de göstericiler arasında olan kız kardeşlerine polis müdahale ederken, balkondan görüp feryat edince balkona atılan gaz fişeğinden yere yıkılıp beyin travması geçiren 28 yaşındaki Aynur Kudin de var.
Olaylar sürerken Bingöl’de emniyet müdür yardımcısı ve bir başkomiser PKK’lılarca öldürüldü. Onları öldüren PKK’lılar olduğu iddiasıyla takip edilen bir araçta da dört kişi öldürüldü.
Siirt’te üç kişi, AK Partili Kurtalan belediye binasına saldırırken ateş açan korucular tarafından; iki kişi molotofla saldırdıkları benzin istasyonun sahipleri tarafından öldürüldü.
Mardin’e yerleşmiş iki Suud asıllı Suriyeli göçmen, yol çeviren PKK’lı grup tarafından şüpheli bulunarak infaz edildi. Fotoğrafları IŞİD’çi diye sosyal medyadan yayıldı.
Diyarbakır’da Menzil tarikatı mensubu bir adam, sakalı cübbesi yüzünden IŞİD’çi diye öldürüldü. Yine Adana’da IŞİD’çi oldukları iddiasıyla bir baba ve oğul evlerinin önünde öldürüldü.
Antep’te ve İstanbul’daki gösterilerde Kobani için sokağa çıkanlarla milliyetçiler karşı karşıya geldi. Antep’te milliyetçi gruptan iki, Kobani göstericilerinden iki kişi bu çatışmalarda öldü. 19 yaşındaki Sevgi Alıcı ise evinde yemek yerken pencereden giren bir kurşunla hayatını kaybetti.
Yine İstanbul Esenyurt’ta, Kobani göstericileriyle onları protesto eden milliyetçi grubun çatıştığı olayda sol gruplara mensup bir gösterici öldürüldü. Sultanbeyli’de böyle bir çatışmanın arasında kalmış iki çocuk babası 36 yaşındaki Serdar Aslan da kurşunlara hedef oldu.
Yani “6-8 Ekimde 50 ya da 52 vatandaşımız öldürüldü” derken, o sayıların içinde her kesimden insanlar var.
Bu çatışmaların sürdüğü iki gün boyunca Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve Pervin Buldan’dan oluşan HDP’nin İmralı heyeti, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Ala’yla görüşmeler yürüttüler.
Haberler ve sonraki açıklamalardan, Sırrı Süreyya Önder-Efkan Ala diyaloğu üzerinden HDP ve hükümetin bu gösterileri bitirmek için birlikte çalıştığı görülüyor.
https://www.haberturk.com/gundem/haber/998045-hdp-heyeti-bakan-ala-ile-gorustu
Olayları ise 9 Ekim’de İmralı’da Öcalan’ın yazdığı ve devlet eliyle Demirtaş’a ulaştırılan bir mesaj bitirdi.
Demirtaş 9 Ekim günü Diyarbakır’da düzenlediği basın toplantısında “Dün gece itibarıyla Öcalan ile kısa bir mesaj bağlantısı kurma imkanı doğdu. Kendisinin de katliam ve büyük provokasyon tehlikesine karşı diyalog ve müzakereyi hızlandırma yöntemini bütün taraflara telkin, tavsiye, önerdiğini belirtmek istiyoruz” dedi.
Daha sonra mahkemedeki savunmasında Demirtaş bu mesajın kendisine nasıl ulaştırıldığını şöyle anlattı:
“Hedefin çözüm süreci olduğunu düşündüğümüz için hükümet ‘İmralı’da Abdullah Öcalan’dan bir mektup getirirsek Selahattin Bey okur ve bunu kamuoyuna açıklar mı?’ diye milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder üzerinden bana haber gönderdi. Ben de bu şiddet, terör ve provakasyonların durması için her şeyi yapabileceğimi, buna da hazır olduğumu belirttim. 9 Ekim’de şiddet olaylarını kınadığımızı, durması gerektiğini, Öcalan’ın da mektubunda bunu belirttiğini paylaştım. Ayın 9’unda, bir gün sonra Adalet Bakanlığı İmralı cezaevine resmi bir devlet heyeti göndererek Öcalan’dan da bu provokasyonların durması konusunda çağrı yapmasını istedi. Öcalan da kendi el yazısıyla kısa bir not yazarak devlet yetkililerine teslim etti. Adalet Bakanlığı bu mektubun fotoğrafını WhatsApp üzerinden Sırrı Süreyya Önder’e, Sırrı Bey de bana gönderdi. Ben o esnada Diyarbakır’da basın mensuplarını toplamış, çağrıyı tekrarlamaya, şiddetin durmasını istediğimizi belirtmeye ve Öcalan’ın da çağrısını eklemeye hazırlanıyordum. Nitekim o saatte mektup yetişti ve 9 Ekim’de şiddet olaylarını kınadığımızı, durması gerektiğini, Öcalan’ın da mektubunda bunu belirttiğini ifade ederek o mektubu da kamuoyuyla paylaştım. Dönemin hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu işbirliği ile uyum içerisinde bu şiddet olaylarının durmasını sağladık. Hükümet yetkilileri bana ve arkadaşlarıma samimi çabalarımızdan dolayı teşekkür ettiler.”
Bu olaylarla ilgili uzun bir süre, ne Cumhurbaşkanı ne de hükümet yetkililerinden HDP’yi ve Demirtaş’ı doğrudan suçlayan bir açıklama duyulmadı.
19 Ekim’de Başbakan Davutoğlu, Akil İnsanları yeniden topladı. 11 saati aşan bir görüşme yapıldı, çözüm sürecine bağlılık tekrarlandı.
29 Ekim’de de muhalefetin tepkilerine rağmen Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmesine izin verildi.
6-8 Ekim olaylarının ardından çözüm sürecini yeniden ayağa kaldırmak için HDP-hükümet-İmralı arasında yoğun görüşmeler yaşandı.
Özellikle 17-25 Aralık operasyonları sırasında Demirtaş’ın, “Cemaat öyle bir hale getirdi ki, halkın önüne bir tarafta yolsuzluk, bir tarafta siyasi darbe konuldu. Halk öyle bir noktaya geldi ki, siyasi darbe olmasın diye hırsızlığı sineye çekti. Cemaat bu hale getirdi, AKP’den hesap sormamızı engelledi” demesi, operasyona siyasi darbe diyen açıklamaları hükümet çevrelerinde memnuniyetle karşılanmıştı.
6-8 Ekim olaylarından üç ay sonra hükümet çevrelerinde ve iktidara yakın medyada HDP, Demirtaş, Sırrı Süreyya Önder algısının nasıl olduğuyla ilgili bir kaç haber paylaşmak yeterli:
“HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamasında takipçilerine ‘şapşik’ dedi.” (Yeni Şafak)
https://www.yenisafak.com/gundem/demirtastan-sapsik-tweeti-2048764
https://www.ensonhaber.com/politika/selahattin-demirtas-takipcilerine-sapsik-dedi-2014-12-18
https://www.internethaber.com/demirtasin-sapsik-tweeti-twitteri-yikti-748949h.htm
“HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş grup toplantısında AK Parti ile HDP’nin genel seçim için anlaştığı iddialarına ilişkin konuştu ve CHP’ye çok sert sözlerle yüklendi.”
https://www.haberturk.com/gundem/haber/1038533-kilicdarogluna-hem-davet-hem-elestiri
“HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, TBMM Genel Kurulu’nda AKP’li vekillerle gülerken çekilmiş fotoğraflarıyla ilgili gelen eleştirilere, kendilerine küfretmeyen bütün vekillerle konuşabileceklerini söyleyerek yanıt verdi.”
“Sırrı Süreyya Önder: Bizzat barışın meşruiyetini tartışmaya açarak, Kürt halkı özelinde Türkiye’de bir barış gerçekleşecekse de bunun AKP döneminde gerçekleşmemesi temennisine varan; ancak barışın ve barış sürecinin yarattığı kazanımları bir kenara iten bir algı oluşuyor.”
https://t24.com.tr/haber/ne-iyi-bir-savas-vardir-ne-de-kotu-bir-baris,274877
Nitekim dün, 6-8 Ekim’den altı yıl sonra koluna iki polis girerek gözaltına alınan Sırrı Süreyya Önder, 6-7 Ekimden sadece 5 ay sonra, 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda, şimdi hapiste olan İdris Baluken ve dün hakkında 6-8 Ekim soruşturmasında fezleke hazırlanan Pervin Buldan’la birlikte, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve o dönem çözüm sürecini yürüten Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu’nun yanında, Öcalan’ın PKK’ya silah bırakma çağrısını okumuştu.
O günlerde de kimse HDP’yi ya da Sırrı Süreyya Önder’i 6-8 Ekim için suçlamıyordu.
Peki bu suçlamalar ne zaman başladı?
Olaydan 8 ay sonra.
17 Mart’ta Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı ve 22 Martta Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını açıklaması sonrası girilen 7 Haziran seçim sürecinde, artık her meydanda Kobani olayları ve Yasin Börü’nün katli, HDP’ye dönük bir suçlamaya dönüşmüştü.
Ama buna rağmen yine de hukuki olarak bir adım atılmadı.
Bu soruşturmada ilk hukuki adım, olaydan bir yıl sonra Ekim 2015’de yine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından atıldı.
Ama o adım bugünküne hiç benzemiyordu. Haberden okuyalım:
“Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu, Kobani bahanesiyle 6-7 Ekim 2014’te gerçekleşen olaylara ilişkin açıklamaları nedeniyle HDP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyeleri hakkında soruşturma başlattı. Edinilen bilgiye göre, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı, MYK’nın milletvekili olmayan üyelerini ifade vermeye çağırdı.”
Dün evleri aranarak gözaltına alınan HDP MYK üyeleri beş yıl önce ifadeye çağrılmıştı. Onlar da gidip ifadelerini verdiler. Kimse gözaltına alınmadı, kimsenin evi aranmadı.
6-8 Ekim olaylarında HDP’nin rolü defteri, ancak 2016 darbe girişiminin ardından, Kasım 2016’da HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ hakkında tutuklama kararı verilirken tekrar açıldı. Her iki isim de “terör örgütü üyeliği” ve 6-8 Ekim olayları nedeniyle “suç işlemeye alenen tahrik”ten tutuklandı.
Bu arada, 6-8 Ekim olaylarında hunharca öldürülen Yasin Börü ve üç arkadaşının ölümüyle ilgili Diyarbakır’da açılan davada 41 sanık yargılandı.
2017 yılında karar açıklandı. 16’sı, “canavarca hisle veya eziyet çektirerek öldürme” ile “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” suçlarından beşer kez ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Çocuk yaşta olan 6 sanığa 110’ar yıl hapis cezası verildi.
Bu mahkemede mağdur avukatları iki kez Demirtaş dosyasıyla bu davanın birleştirilmesini talep ettiler ama mahkeme bu talebi iki kez reddetti.
Dün zırhlı bir araca bindirilerek gözaltına alınan Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen de 6-8 Ekim soruşturmasında 31 Ocak 2017’de bir kere daha tutuklanmıştı. 8.5 ay tutuklu kaldıktan sonra da tahliye edilmişti.
Bilgen, o gün MYK toplantısına katıldığına ve o MYK toplantısında suç işleme çağrısı yapıldığına yönelik bir karar alındığına ilişkin tespit olmadığını ileri sürerek Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuş; mahkeme kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vererek, Bilgen’e net 20 bin lira manevi tazminat ödenmesine hükmetmişti.
Yani Bilgen, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına rağmen yeniden aynı suçtan gözaltına alınmış oldu.
Bu soruşturmanın tutuklu sanığı olan Demirtaş için de tuhaf bir durum var. Çünkü üç yıl boyunca tutuklu olarak yargılandığı 6-8 Ekim olayları davasında 2 Eylül 2019 günü tahliye edilmişti.
Bu tahliye kararının, AİHM İkinci Dairesi’nin 20 Kasım 2018’de verdiği, Demirtaş’ın tutukluluğunun makul süreyi aştığı kararına verilmiş bir cevap olduğu iddia edilmişti.
Hükümet AİHM Büyük Dairesi’ne bu kararla ilgili itiraz etmiş, itirazın 18 Eylül 2019’da görüşülmesinden önce de karar kesinleşeceği için ön almak amacıyla Demirtaş hakkında tahliye kararı verilmişti.
Fakat Demirtaş, 2013 Nevruz’unda, yani çözüm sürecinin başında, İstanbul’da yaptığı ve zamanında iktidara yakın gazetelerin birinci sayfalarından bile verdiği barış mesajları yüzünden övülmüş bir konuşma nedeniyle aldığı hapis cezası yüzünden tahliye edilememişti.
Avukatları bu cezanın yattığı süreden mahsup edilmesi için başvurmuştu ve bu Demirtaş’ın tahliye olması anlamına gelebilirdi.
Fakat tam bu aşamada Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 Eylül 2019’da 6-8 Ekim olayları için Demirtaş hakkında yeni bir soruşturma başlattı ve bu kez 302. maddeden, yani devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçlamasıyla yeni bir tutuklama kararı çıkardı.
Yani Demirtaş, daha önce yargılanıp tahliye edildiği soruşturmada bir başka suçtan bir kere daha tutuklanmış oldu.
İşte dünkü gözaltı dalgası, AİHM kararına karşı Demirtaş’ın tahliyesini engellemek için yeniden güncellenmiş bu soruşturma kapsamında yapıldı.
İnsan hakları hukukçusu Kerem Altıparmak’a göre, altı yıl sonra HDP’ye yönelik bu geniş operasyonun arkasında da yine AİHM ile ilgili bir manevra olabilir:
“AİHM Büyük Daire Demirtaş kararı yıl bitmeden çıkacak ve muhtemelen sonuçları sadece Demirtaş’la sınırlı kalmayacak. Büyük bir operasyonla o kararın uygulanmaması için gerekçe üretiliyor olabilir.”
Anayasa hukuku profesörü olan HDP eş genel başkanı Mithat Sancar’a göre ise bu operasyon sadece bir AİHM manevrası değil; iktidar açısından çok daha ciddi bir karara işaret ediyor.
Sancar, 6-7 Ekim’deki HDP MYK çağrısı yüzünden gözaltına alınan Sırrı Süreyya Önder’in ve fezleke hazırlanan Pervin Buldan’ın o günlerde HDP MYK üyesi bile olmadıklarını hatırlatıyor.
İkisinin bir ortak özellikleri daha var.
Çözüm sürecinde hükümet tarafından İmralı heyetine seçilen ve süreçte en aktif rolü oynayan iki isim olmaları.
Dünkü gözaltı listesinde olan Altan Tan ve Ayla Akat Ata da çözüm sürecinin başlangıcındaki ilk İmralı heyeti içinde yer almışlardı.
Bu heyetlerde yer alan Selahattin Demirtaş ve İdris Baluken zaten uzun süredir tutuklu.
Böylece çözüm sürecinde devlete güvenmiş; İmralı’ya gitmek, Kandil’e gitmek gibi, şu anda yargılandıkları davaların hepsinden daha somut “terör örgütüyle ilişki” suçuna sokulabilecek fiilleri işlemeyi göze almış isimlerden beşi, tutuklu ya da gözaltında.
Pervin Buldan için fezleke hazırlandı. Ahmet Türk de bir süre hapis yattıktan sonra tahliye edilmişti.
Son operasyonda gözaltına alınan Altan Tan, Ayla Akat, Sırrı Süreyya, Nazmi Gür, Emine Ayna aktif siyasete ara vermiş isimlerdi.
Uzun süredir HDP’yle mesafeli olan ve eleştirel açıklamalar yapan Altan Tan, 6-8 Ekim günkü MYK toplantısında da yoktu.
Daha da uzatabiliriz.
Ama bu uzun hikayede, 2020 yılının Eylül ayının sonunda altı yıl önceki soruşturma için bu isimlerin gözaltına alınmasına, evlerinin aranmasına hukuki bir gerekçe bulmak mümkün değil.
Altı yıl önceki soruşturmayı bugüne bağlayan tek gerekçe Başsavcılık açıklamasındaki şu cümlede saklı olabilir:
“Cumhuriyet Başsavcılığımız Terör Suçları Soruşturma Bürosunca 2014/146757 sayı ile soruşturma başlatılmış, soruşturma kapsamında Selahattin DEMİRTAŞ ve Figen YÜKSEKDAĞ ŞENOĞLU tutuklu olarak bulunmakta olup gelinen aşama itibariyle Ankara merkezli 7 ilde, 25.09.2020 tarihinden geçerli olmak üzere 82 şüphelinin gözaltına alınmasına karar verilmiştir.”
“Gelinen aşama itibariyle…”
Bu kadar.
6-8 Ekim’den bir ay sonra, üç ay sonra, beş ay sonra gelmeyen o aşamaya, bir yıl sonra nazik bir ifadeye çağırma davetinden ibaret kalan bir soruşturmada. nasıl oldu da altı yıl sonra gelindi, altı yıldır aranmamış evleri aranarak insanlar gözaltına alındı sorusunun cevabı meçhul.
Ama “gelinen aşamanın” hukuki bir aşama olmadığını anlamak için hukuk eğitimine ihtiyaç olmadığı açık. Türkiye’de bir süre yaşamış olmak yeterli…