Önce Ankara’da sonra da İstanbul’da, yaşadığımız sakin huzurlu mekânların birkaç sene zarfında hızla yokoluşuna, şiddeti çağrıştıran biçimde toprağın betonla yer değiştirmesine, ıhlamur, kestane, iğde ağaçlarının selvilerin acımasızca devrilişine tanık oldum. Siyasi, mimari tercihler, karmaşa kalabalık ve haksızlığın hâkim olduğu bir yapılaşmayı sorgusuz sualsiz dayattı ahaliye.Her şey biz yaşarken hızla elimizden gidiyor ve sadece seyirci rolü bahşediliyor semt sakinlerine ne yazık ki. Taleplerin betona doğru seyri de baş döndürücü. İnsanlar bağından bahçesinden kopalı vazgeçeli çok oldu. Anadolu şehirlerinde bile Köksal Alver’in “Steril Hayatlar” kitabında anlattığı ayrıcalıklı, kamerayla korunan, mutena sitelerde oturmak istiyor insanlar. Azıcık da olsa bahçesi olan bir ev dilemek mümkün değil. Çünkü apartman dairesi ya da ulaşılması imkânsız lüks villa seçeneği dışında sade yalın ve ulaşılabilir “ev” hayal bile edilemiyor artık.Şehirlerin kontrolden çıkmış şekilde rant alanına dönüştüğü, neredeyse her karış toprağa beton dökme çılgınlığının önlenemez bir noktaya geldiği günümüzde Mardin Artuklu Üniversitesi’nden güzel bir sergi ve projeyle geldi İstanbul’a genç mimar adayları. Mimarlık fakültesi 4. sınıf öğrencilerinin gerçekleştirdikleri “Kent Planlama ve Mimari Projesi” atölyelerindeki çalışmalar “Ufkî Şehre Mümkün Bakışlar” temalı proje ile İstanbul Şehir Üniversitesi’nde sergilendi. Çalışmalar mimarinin filozofu sayılan usta mimar Turgut Cansever’in teorik ve pratik izi sürülerek gerçekleştirilmiş. Mimarlık fakültesinde hoca olarak projeyi yönetenlerden biri olan Halil İbrahim Düzenli, öğrencilerinin çabalarının, Cansever’e duydukları minnet ve şükranın bir göstergesi olarak görülmesini istiyor.Cansever’in kızı mimar Emine Öğün’e göre hala umut var ve bu çalışma ülkemizde insanların yeniden bahçeli, yatay, araç trafiğinden kısman arındırılmış yerleşmelerde ev sahibi olabileceğini ortaya koyuyor. Apartmanlara ve kaotik trafik ortamlarına mahkum olmak kader değil.Ufkî şehir yatay yerleşimli, ufukla paralel evlerin şehri demek. Geleneksel mahallelere baktığımızda azametten görkemden ziyade mahremiyet, sadelik ve ince fikirlilik ön plana çıkıyor. Bu geçmişe methiye düzmek değil ama teslim etmek gerekir ki ilişkiler daha insaniydi medeni yapılaşmanın bir parçası ve devamı olarak.Planlanan şehir için Ankara-Aksaray yolu üzerinde kurulacak yeni bir Aksaray şehri muhayyilesiyle hareket edilmiş ve kurgunun zeminini esneklik kavramı oluşturmuş. Projeler zemin güvenilirliğine dair etütlerle başlıyor. 25 bin kişi için tasarlaranan 250 hektara yayılan 6 mahallede topoğrafik eğim sayesinde görüş alanı genişliyor. İnsanlar yolda yürürken fiziksel çevrenin onlara sunduğu tefekküre kapı aralanmış.Turgut Cansever sade ve yalın bakar zaten şehre, mükemmellikten de söz etmez, birlikten, fıtrata uygunluktan söz eder, basit sade sorular sorar, çocuklar nerede oynayacak, yaşlılar nerede sosyalleşip huzurla yaşayacak, insan kendini sakinlik içinde onu yaratandan kopmadan nasıl idrak edecek. Genç mimar adayları “insanın en büyük hikmeti şehir kurma hikmetidir” düsturuyla yola çıkarak ahaliye yaşanabilir, sürdürülebilir, eklemlenebilir, esnek, dinamik, katılımcı, ekolojik ve ekonomik bir yaşam alanı vaadeden bir şehir planlamışlar.
Hamileler sokağa çıkmasın, yaşlılar evde kalsın, çocuklar tablet bilgisayarla oyalansın diye düşünen zihniyete karşılık tek iki ya da en fazla üç katlı evlerin bağlandığı ortak doğal alanlarda kadınların, çocukların yaşlıların, engellilerin haklarının teslim edildiği bir çevre ve yaşam standardı kurgulanmış.Proje doğal afetleri, komşuluğu ve daha birçok şeyi hesaba katmayan Toki yapılaşmasıyla adeta bir dikotomi oluşturuyor, yeni öneriler getiriyor.Farklı sınıflardan insanların bir araya geleceği müşterek alanların ve buralardaki yüzleşmenin nasıl gerçekleşeceği ve trafiğin yeraltına alınmasıyla sürücülere karşı oluşacak gökyüzünden mahrumiyet haksızlığının nasıl giderileceği gibi konular muğlak ve tartışılması gerekir. Fakat yaya ve bisiklet yollarının hayata geçirilmesi hayati önemde ve çoğu yerde bu asgari iyileştirmeden bile yoksunuz şehirlerde.Sonuçta her şeyin başı zihinlerde varolacak yeni bir aydınlanma ve bizzat kendi tecrübemizden yararlanma bilgisine sakinliğine ulaşma mahareti. Şehir ve değerlerin taşıyıcılığı, aktarımı arasında bağlantılar kurabilmek. Yaşadığımız şehirler kimliğini hızla kaybederken sesimizi ulaştıracak bir zemin bulmakta zorlanıyoruz. Sınıfsal farkların hızla derinleştiği, sahip olmaktan başka bir değerin kalmadığı sürüklenme durdurulabil mi? Elbette bu yeni değil yüz yıllık bir mesele.Zulüm kelimesinin sözlük anlamı, “bir şeyi yerli yerine koymamak”tır. O zaman zulmün karşıtı olan adalet “bir şeyi yerli yerine koymak.” Şehirde her şey yerli yerinde olacak ki iyilik insaf ve merhametin hâkim olduğu bir sözleşme imzalanmış olsun.Dostoyevski’nin “Budala”da Prens Mişkin’e söylettiği gibi “dünyayı güzelilk kurtaracak.” İyi ama bu beklemekle değil emekle olacak. Güzele ulaşmak bir hakediş meselesi.