Guernica’yı mutlaka bilirsiniz. Picasso “resim”den çok daha fazla bir şey olan bu eseri 1937’de yapmış. Siyah beyaz bir resim. Yağlıboya olmasına rağmen sadece siyah beyaz ve gri tonlarından yapılmış. Resimde anlatmak istediklerinin herhangi bir rengi kaldıramayacağını düşünmüş ressam muhtemelen.
Guernica İspanya’nın Bask bölgesinde eski bir kasaba. O zamanlar kayıtlardaki nüfusu beş bin civarında. Ayrıca, faşistlerden kaçan ve Guernica’lı olmayan çok sayıda kişinin de bombalamalar sırasında orada bulunduğu biliniyor.
1937 yılında Francisco Franco zamanında İspanya’da kanlı bir iç savaş var. Franco, kendisinin ve birbirlerinin ruh ikizleri kıvamındaki Naziler ve İtalyan faşistlerin yeni geliştirdikleri savaş uçaklarını Guernica’yı bombalayarak denemelerine izin vermiş. Hikaye böyle biliniyor. Yakın arkadaşlara yapılan küçük bir yardım!!! Denemeksizin, en mükemmel bombalama ve öldürme yollarını bulamayabilirler tabii.
1937 yılı, Nisan ayının sonları, baharın ortası, bizim buralara göre o en güzel kiraz mevsimi yaklaşmış. Kanlı bir savaşın tam ortasında bile olsa, günlük hayatlarını yaşamaya devam ediyor halk, doğal olarak. İşler güçler, hayat gailesi, bir an önce büyütülmesi gereken çocuklar savaşın geçip bitmesini beklemez.
Sabah sıradan bir savaş gününe uyanan Guernica halkı öğleden sonra nereden geldiğini, kimler tarafından yapıldığını ve göstermelik bile olsa sebebinin ne olduğunu bilemedikleri yoğun bir bombalamaya maruz kalıyorlar. Üç gün sürüyor bu vahşet. Geride farklı kaynaklara göre değişen ama dehşet dolu fotoğraflarla teyit edilebilen 1600’den fazla ölü, 1000’e yakın yaralı ve yok edilmiş bir yerleşim yeri kalıyor.
22 ton (40 ton diyenler de var) “cephane gücü” (bildiğimiz bomba) taşıyan 24 savaş uçağı yaklaşık 3 gün boyunca Guernica üzerinde süzülerek, başta köprüler, kasabanın toplanma mekanları vs gibi “stratejik” yerler olmak üzere bombalarını “nazikçe” bırakıyorlar. Görev görevdir tabii!!!
Çıkış yollarını tahrip ettikleri gibi kasabanın çevresine de askerler yerleştiriliyor ki, kimse kaçamasın, çoluk çocuk, kadın erkek bu “düşman” halka maksimum “zayiat” verilebilsin.
Böylece hem Cumhuriyetçilerden bir kısmı yok ediliyor, hem de muhtemelen ikinci dünya savaşı provaları yapılarak yeni teknikler deneniyor. Ama esas olarak, faşist cephe ne kadar acımasız olabileceğini, insanî sınırların ne denli genişletilebileceğini gözler önüne seriyor. “Ayağınızı denk alın, öldürürüz, yok ederiz, her yolu mübah görmemiz mümkün.”
Paris’te sürgündeki İspanya Cumhuriyetçi Hükümeti Picasso’dan Paris Dünya Fuarında sergilenmek üzere bir resim yapmasını talep ediyor. Siparişten daha sonra gerçekleşen Guernica bombardımanı üzerine Picasso yaklaşık 27 metre karelik bu eserini 15 gün içinde yapıyor.
O günden bu yana savaşların yıkıcı etkilerinin sınırsızlığı, halkı sadece zayiat saymanın dehşetengiz rahatlığı dendiğinde ilk akla gelen eserdir Guernica. Benzerlerinin arasında hakikat ve dehşet algılarımızın yetersizliğini en çok yüzümüze çarpan sanat eseridir bence.
Şimdi gelelim sadede: Geçtiğimiz günlerde çıkan Çernobil dizisini izlediğimden beri, aklımda Guernica resmi var. Picasso’nun bu resmi ne denli güçlü bir savaş dehşeti etkisiyle yaptığını biliyorum tabii ki, Çernobil’in konuyla doğrudan bir ilgisinin olmadığını da, zamanlamanın asla tutmadığını da.
Fakat Picasso’nun Guernica ile küçük bir kasabadaki hayatın nasıl acımasızca yok edildiğini anlattığı gibi, resmin pekala Pripyat’ta ve nükleer santralin olduğu alan merkez alınarak çok geniş bir alandaki ve hatta dünyanın önemli bir kısmındaki hayatın nasıl yok edildiğini anlatan bir resim olarak da algılanabileceğini düşünüyorum.
Resimdeki atın çığlığı, annesinin kucağında ölen çocuklar, radyasyon etkisiyle olduğu da kolaylıkla var sayılabilecek deforme olmuş insan ve hayvan bedenleri ve bana fazlasıyla nükleer santrali ve patlamayı çağrıştıran ampul, meşale, yangın yeri gibi imgeler ve resimde gördüğümüz tüm canlıların yüzündeki boşluk, anlayamama hali ve umutsuzluk…
Ama hepsinden fazlası, belki de, resmin bende bıraktığı duman tadı.
Guernica’ya bakarken ya da Çernobil’i izlerken sanki dumanlı bir havayı içimize çekiyoruz, ciğerlerimiz kirleniyor, beynimiz karıncalanıyor, ölüme yakınlaşıyoruz.
Fakat sadece bir süreliğine… Sonra her şey günlük hayat tarafından haline yoluna sokuluyor. Unutmak, iyi ya da kötü, hepimizin gösterdiği en büyük başarı belki de.
Çernobil civarında patlamalardan sonra günümüze gelene kadar doğal hayatın nasıl geliştiği hakkında çok ilginç yazılar okudum. Bitkilerin radyoaktif etkilerle uğraşmakta insanlara ve hayvanlara göre biyolojik olarak ne kadar yetenekli olduklarını öğrendim mesela. Hayvanların da, en azından, son on yıllarda uyum gösterdiğini, insanların terk etmek zorunda kaldığı yerleşim yerlerinden faydalandıklarını, örneğin kurtların meyve bahçelerindeki meyvelerin onlara kalmış olmasından çok memnun olduklarını da öğrendim. Az sayıda da olsa insan yerleşimleri de varmış santrale çok yakın alanlarda, ama mecburi olarak büyük ölçüde insansızlaştırılan bu binlerce kilometre karelik alan, şu anda yeryüzünün en büyük tabiat parklarından biri haline gelmiş.
İzlemekten/okumaktan hiç hoşlanmadığım ve korkunçluk dozu gittikçe artmış olan o ünlü distopyalarda hayal edilemeyecek denli “acayip” yerler görüyoruz: Kocaman binalarıyla dört tane nükleer santralin yer aldığı alan, bir tanesinin üstü bir yüz yıllığına devasa çelik bir kapakla kapanmış. Santrallerin çevresinde çok sayıda nükleer temizlik işlerinde kullanılmış aracın doldurduğu bir araç mezarlığı, yine nükleer temizlik için kullanılan ve hatta kullanılmaya devam eden robotumsu varlıkların bulunduğu yerler. Santrallerin yönetim binaları, o yılların teknolojisi nedeniyle tam bir bilim kurgu sahnesini andıran duvarlar boyunca bilgisayarlar ve başka cihazlar.
Yakınlardaki yerleşim yerlerine doğru bakınca, distopya imgesi iyice pekişiyor: O efsanevi lunapark, çocuklar teneffüse çıkmış ve 10 dakika sonra zil çalınca geri geleceklermiş gibi bir izlenim veren sıraların üstündeki kitaplar, defterler, kalemler. Askılarda giysiler. Evlerde, ocakların üstünde 30 küsur yıldır pişmekte olan yemekler. Günlük hayat videosunu izlerken bir an “pause”a basmışız gibi.
Çernobil dizisi çekilirken en çok baş vurulduğu söylenen Svetlana Aleksiyeviç’in “Çernobil Duası” kitabı da aynı derece çarpıcı. Felaketin büyüklüğünün yanısıra, günlük hayatların uzaktan bize göründüğü gibi aniden durmadığını, kişisel kaygıların nasıl olup da böyle bir ortamda bile devam ettiğini anlatıyor.
Kitapta, santrallerin yakın çevresindeki yerleşim yerlerindeki hayvanları, bitkileri ve hatta ormanları gömdüklerini anlatan “temizlik işçisi” Arkadiy Filin, “Kıyamet Gününün Taş Devriyle buluştuğu gerçek dışı bir dünyaya savrulduğunu” söylüyor. Olayların gerçekleştiği günlerden hemen önce karısı tarafından aldatılmış ve terk edilmiş olduğundan, yas sürecindeyken yakalanıyor bu felakete ve bu nedenle “temizlik işçisi” olarak çalışmakta sakınca görmüyor. Yaşasa da olur, yaşamasa da. Hatta belki yaşamasa daha kolay olur her şey.
Yaşamayı önemsemediğimiz öyle günlerde böylesine büyük bir felaketle karşılaşmak… Kitapta sözlerini şöyle bitiriyor Aradiy Filin: “Hep böyle mi olması lazım? İnsan büyük bir olaya asla vaktinde eremiyor. Olaylar insanın algı sınırını hep aşıyor… Beni de o sıra karım terk etmişti.”
Guernica’dan Çernobil’e… Bu geçiş ilk anda manasız görünse bile, iki adım geriye çekilip de baktığımızda, neredeyse aynı görüntülerle baş başa kalıyoruz. Picasso’nun zihnimize kazıdığı Guernica resmindeki görüntülerle.
Karanlık basması ve insanların birbirlerine ve tüm canlılara ve tüm dünyaya ve aklımızın alabileceği tüm evrene ve oradan da daha ileride sayılabilecek kendi küçük dünyalarına verebilecekleri korkunç zararlar…
Hiçbir “abartılı” kurgulanmış distopya hikayesi gerçek felaketlerle yarışamaz.