Bazı insanlar vardır. Siyasi çizgisinden bağımsız olarak seversiniz onları.
Çünkü her şeyin ötesindeki iyiliği fark edersiniz onlarda.
İster siyasette yol arkadaşınız olsun, isterse de sizi en fazla zorlayan tartışmaları yapan siyasi rakibiniz, adalet duygusuna güvenirsiniz ve saygı duyarsınız.
Ben Gülay Göktürk’ü de o insanlardan biri olarak tanıdım ve yirmi yıl boyunca da bu kanaatim değişmedi.
Doksanlı yılların o en karanlık zamanlarında, biraz insaf, biraz adalet arayan herkesin çölde bulduğu bir vaha gibiydi onun köşesi.
Tanışmamız da galiba 1996’da, yine bir hak ihlali dolayısıylaydı.
Merhum Abdülmelik Fırat’ın kelepçeli fotoğrafını görüp çok üzülmüş ve Mazlumder’e giderek bir şeyler yapmalarını istemiştim. Yılmaz Ensaroğlu bana, “otur sen yaz” deyince bir basın açıklaması yazıp, bazı gazetecileri aramış ve konuyu gündeme almalarını rica etmiştim. İlk aradığım Gülay Hanımdı ve meseleyi gayet etkili bir şekilde köşesine taşımıştı.
28 Şubat’ın en kötü, en boğucu atmosferinde, insanların “mürteci” diye YAŞ kararıyla sorgusuz sualsiz ordudan atıldığı, intihar ettiği, başörtülü kadınların geleceklerinin karartıldığı o zor günlerde, ana akım medyada herkes irtica hikayelerine inanmış gibi yaparken, o mağdurların sesi olmayı bilmişti.
İmam Hatiplerde Kuran dersinde, Kuran okurken de kız öğrencilerin başının açtırılması istendiğinde Antigone gibi tek başına haykırmış ve “Beyler, Tanrı varsa hepiniz cehennemliksiniz!” demişti.
Üyesi olduğumuz Liberal Düşünce Topluluğu’nda ve demokrasi mücadelesiyle geçen o uzun ve zorlu yıllar içinde tanımaktan onur duyduğum insanlardan biri oldu o. Bürokratik vesayet rejimine, militarizme ve derin devlete karşı daima kaya gibi sağlam durdu, hukuku ve adaleti savundu.
Ama bunu yaparken, muhalifinin hukukunu da gözetmesini bildi. Galiba en sevdiğim taraflarından biri o oldu. Hararetli bir tartışmanın içinde insan bazen bunalır, karşı gruptakilerden birinden adil bir ses bekler ya, işte Gülay Hanım o sesi temsil etti.
Siyasi tartışmayı münazara gibi yürüten yanındakine dönüp, “yok ama orada da sen haksızsın” diyerek, karşısındakine hak verdiğini de gördüm ben, istenmeyen gerçekleri siyasi taraftar tribünlerine karşı aynı sakinlikle söylediğini de.
Yine Liberal Düşünce Topluluğu’nun Diyarbakır’da düzenlediği bir toplantıyı hatırlıyorum. Kürt meselesinde devletin ret ve inkar politikasını hep mahkum ettiğini bilenler ve muhtemelen yine aynı yönde konuşmasını bekleyenler, orada PKK’yı eleştirmesi üzerine salonda protesto sesleri yükseltmişlerdi. Ama o geri adım atmamış, tepkilere cevap verirken “ben buraya sizin hoşunuza gidecek sözler söylemek için gelmedim. Alkışlayacağınız şekilde de konuşup gidebilirdim, ama bunu yapmayacağım” dedikten sonra eleştirilerini aynı netlikte devam ettirmişti. Protesto edenlerden bazılarının da takdirini alarak.
Adaletin mihenk taşını kaybetmek
En önemli kırılma dönemlerinde, örneğin Ak Parti’ye kapatma davasının açıldığı zor günlerde, onun Kemalist oligarşi tarafından gayri meşru yollarla alaşağı edilmeye çalışıldığı zamanlarda, o hep doğru yerde durdu.
Hükümetin “yolsuzluk operasyonu” adı altında alaşağı edilmek istendiği 17-25 Aralık’ta “yoksa sen yolsuzluk yapanları mı savunuyorsun” söylemiyle birçok akademisyen ve yazarın susturulduğu, aslında yaşananın ne olduğunu gördüğü halde pek çok kişinin bu yönde suçlanmama kaygısıyla sesini çıkaramadığı günlerde, mahalle baskısına karşı da aynı şekilde sağlam durdu.
Ve Cemaat medyasının yapmadığını Hükümeti “destekleyen” medya yaptı. Yiğit Bulut’u eleştirdiği “Başkanlık bu pespayeliği de örter mi?” başlıklı yazısından sonra Akşam Gazetesi yazılarına son verdi.
O da yine bütün zarafetiyle “doğrusu bu kadarını beklemiyordum” diyerek kalemi elinden bıraktı. Bu ülkenin en namuslu yazarlarından biri, kaderin bir cilvesi olarak, yıllar boyunca haklarını korumaktan imtina etmediği, hatta bu yüzden oligarşi medyasındaki yerinden edildiği insanların eliyle cezalandırıldı.
Yanlış anlaşılmasın, kimsenin ona minnet duyması gerektiğini söylemiyorum. Gülay Göktürk Ak Partililer kendilerine iyi desinler veya köşe versinler diye inşa etmedi bu onurlu kariyeri. Bugün olsa aynısını yapar ve bunu onlar da bilir.Ama o bu vefasızlığı haketmiyor.
Bütün bunların Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut’u eleştirisi üzerine yaşanmış olması, Gülay Göktürk ve Etyen Mahçupyan gibi isimlerin Hükümet taraftarı medyadan uzaklaştırılmasının Erdoğan’a izafe edilmesi, ona da bir sorumluluk yüklüyor.
Şimdi Gülay Göktürk’ün, güçlü bir adalet duygusu ve sağlam bir mantık temelinden yaptığı eleştirilerin yerini, çevresindeki her farklı sesi düşmanlaştıran neo-muhafazakarlar almış durumda.
Gülay Göktürk ve Etyen Mahçupyan gibi değerli insanlardan boşalan yeri, Kemalizmin “iç ve dış düşmanlar” şablonunu muhafazakarlığa taşıyan ve Ak Parti’nin çevresindeki en makul isimleri hedef alan bu insanlarla dolduruyorlar.
Ne diyelim, hayrını görsünler.
Tabii görebilirlerse.
Sorgulama ihtiyacı
Bazen ciddi sorgulamaların yapılabilmesi için vahim hatalar göz açıcı olur. Bu tercih, hükümet taraftarı olan medyanın haliyle ilgili bir sorgulamaya ve kendisine çeki düzen vermesine vesile olursa ne ala.
Elbette Gülay Göktürk olmadan da döner dünya. Onun küskün ve kırgın ayrılışı da bir süre sonra bunu ona reva görenlerce veya müdahale etmeden izleyenlerce unutulur.
Bilen bilir ama.
Kırk yıllık yazarlık hayatının, benim şahit olduğum yirmi yılı, hatta sadece 28 Şubat’ın o en karanlık günlerinde sergilediği muhteşem duruş, o uğursuz günlerin en boğucu atmosferinde “Allah sizden razı olsun” diyen kadınların duaları yeter ona.
Ama keşke böyle olmasaydı.