Bu yıl da “güllerin içinden canım, koşarak koşarak” geldi geçti Sevgililer Günü…
Çiçekçiler on yüz bin milyon baloncuk gül sattı.
Ama Edip Cansever’den mülhem, “gül kokacak her yer” diyemem.
“Bu koku dünyayı tutacak nerdeyse /Gül, gül! diye bağıracak herkes, hep bir ağızdan: gül!” demem daha da zor.
Çünkü bir zamanlar kokusuyla da dünyayı tutan gül, kokmuyor artık.
“Gülün Kokusu Vardı” eskiden ama o da şimdi hüzünlü bir albüm ismi… (¹)
Gülü sevip dikenine katlananlara saygımız sonsuz. Sabrınıza kurban…
Lâkin ben geçinemiyorum gülle.
O yiten kokusunu artık çiçekçilerde sıkılan aile boyu spreyden aldığı için.
Cansever’in “Gül kokuyorsun bir de /amansız, acımasız kokuyorsun” dizesine, böylesine kolay ihanet edebildiğimiz, dandik bir spreye -karşılıklı- hüsnü kabul gösterebildiğimiz için de… Geçimsizim.
Gülle hiç işim olmaz bundan böyle; “Bu güller hiç kokmuyor, çiçek gibi kokmuyor” diye söylenen hem “huylu”, hem de huysuz bir Sevgililer Günü alıcısı gibi dolaşamam tezgâhları.
Ya üstüne serpilen sahne simi, dalına, yaprağına sıkılan o konsomatris parlatıcı?
Plastiği, kumaşı, bakırıyla, “tıpkısının aynısı” imitasyonuyla en çok klonlanan çiçek olduğu için de sevmiyorum onu.
Aşılanıp gerçek renkleri değiştirilebildiği için de:
Belki “mavi mavi masmavi” güller “yeni gerçek” olunca bozuldu hayallerimin ayarı.
Ve giderek kokusuz kalıyor ya hayaller, hatıralar…
O nedenle de gül, uzak olsun benden.
Trafikte, kavşaklarda kısa saplı, yorgun yapraklı gül çocuklarını, “Abi sevdiğinin baaşı için” yalvar-yakarısıyla karşıma çıkardığı için de sevmiyorum.
“Aşk ve dilenme” kelimelerini yan yana getiren o hâli, ekranlarda reyting-i “aşk” dilenen insanlık hâlleriyle birleştiriyorum belki.
Ve o çocuklar, aşkın “sanatçı şampanyası”yla (²) arandığı izbe pavyonlar, “ikinci el, az kullanılmış/az solmuş gül sektörü” yarattığı için de anlaşamıyorum gülle.
Oralarda, şuralarda “yâr”in başına dökülen gül yaprağına da en baştan gıcığım.
Pavyonda "şampanya"ların, güllerin savaşına da…
“Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül, gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül” hissiyatına da anca, şarkıyı Zeki Müren yahut Müzeyyen Senar seslendirirse katlanırım.
“Daha ne olsun, gül gibi kız” deyimine ifrit olduğum için de güle muhalifim.
Hocanın, kocanın filan vurduğu yerde gül biter derler ya, öyle atasözleri de fena halde elimin tersine gelir.
Deyimlerini de deyivermem gülün.
“Gül üstüne gül koklamam” deyip de, orkideye göz süzenler gelir aklıma…
Senede bir demet gülle, her şeyin güllük gülistanlık olacağını umanlardan/bekleyenlerden de hoşlanmam. Yok öyle yağma!
“Gül suyu” desen, artık ağdalı bir inanç kokusu getiriyor burnuma.
Güllacın ana malzemesi mi, o da, orada tadımı kaçırır.
Güllü isimlerden haz ettiğim de söylenemez.
“Fatmagül’ün suçu ne?” diyeceksiniz belki ama ayrımcılık bence en çok güllü isimlere siner.
Güllü, Güldane, Gülfidan, Gülbahar, Gülpembe, Gülendam dendi mi, Gülşen, Gülfem, Gülben’i arar şehirli gözlerimiz.
Efendim beyaz gül masumiyet, saflık demekmiş.
Kırmızısı tutku, cesaret…
Pembesi romans, sarısı arkadaşlık, mavisi elde edilemezlik, siyahı da vedaymış.
Hepsinin rengine göre anlamı, uğuru, "meşajı" varmış.
Böyle gülle başlarlar, sonra aşkı da, kadını da kategorize ederler, bilirim.
Ona da gelemem.
Papatya şarkıları az, gül şarkıları çok olduğu için de sevmem.
“Gülüm”ü de sevmem, “gülüm benim”i de…
Soran olursa, Gripin'in şarkısındaki gibi "Öldü derim gül güzeli, tılsımını kaybetti"…
İnsanoğlu gülü bunca yolduğu-yonttuğu, çektiği-çekiştirdiği için kızgınım.
Kızgınlığım o biçare sera gülüne olmasa da, ne yapayım… Gücüm ona yeter, hıncımı ondan çıkarırım.
Hep kollanan, sırtı/yaprağı suni temaslarla sıvazlanan, dikenleri tek tek temizlenen güller, yakışadursun bu yıl da kristal vazosuna.
Ben şiir defterinin arasında unutulmuş aşk yetimi kır çiçeğinin, bilhassa papatyanın hikâyesine yeşillenirim.
Bir muammaysa aşk, karışıksa, yamansa…
Falına, papatya yapraklarıyla bakarım.
Hem gülün ömrü az olur.
Sevgi(li) Günü ise, en uzun gündür bazen.
Mezhebince kutlamalı, “Sevmek için geç, ölmek için erken” demeden hayat.
Bari bir günü dikensiz kutlamalı…
(¹) Gülün Kokusu Vardı – Erkan Oğur & İsmail Hakkı Demircioğlu’nun 1998 yılında yayınlanan albümü. Bu harika albümdeki Pencereden Kar Geliyor, Divane Aşık Gibi, Ben Seni Sevdiğimi Dünyalara Bildirdim, Bugün Ben Bir Güzel Gördüm, özellikle dünyalara bedeldir.
(²) Sanatçı şampanyası: Pavyonlarda, “içkili aile gazinoları”nda sanatçının şerefine patlatılan sahte şampanya… Eskiden sırf bu işe özgü üretilen “Akustik” marka şampanyaların etiketinde şöyle yazardı: “Akustik Şampanya: Sanatçı şampanyasıdır içilmez”. Bir adı da “gariban şampanyası”ydı. Çünkü en azından içkili aile gazinolarında ucuza satılırdı.
BİR FİLM/BİR REPLİK
GÜLÜN ADI
Umberto Eco’nun romanından Jean Jacques Annaud’un sinemaya uyarladığı ve yönettiği “The Name of the Rose”da Orta Çağ İtalyasında bir manastırda cinayet işlenir. Eski sorgucu rahip Baskerwilleli William, çömezi Dom Adso’yla birlikte cinayeti araştırmak için oraya gider.
Aldo manastırın karanlık kuytusunda nereden çıktığı belli olmayan yoksul, kendisi gibi ergen bir kızla karşılaşır. Zinhar yaşamaması gereken o “büyük günah”a yakalanır ve kızla birlikte olur. Üstadı da bu ilişkisini öğrenir.
Willams’a sorar, “Üstadım siz hiç aşık oldunuz mu?”
Aldığı “tanrı, bilim aşkı” gibilerinden karşılık, beklediği cevap değildir.
Israrla sorularını sürdürünce, “Hayat aşksız ne kadar huzurlu olurdu, Adso. Ne kadar güvenli, ne kadar sakin” der William, duralar, iç geçirir ve ekler:
“Ve ne kadar yavan…”
O uzak manastırdan bir daha dönmemecesine ayrılırlarken Adso kızla bir kez daha karşılaşır ve filmin finali onun yıllar sonraki cümleleriyle gelir:
“Artık çok yaşlı bir adam olduğuma göre geçmişimdeki bütün yüzler arasında en açık seçik hatırladığımın o kızın yüzü olduğunu itiraf etmeliyim. Bunca yıldır onu düşlemekten hiç vaz geçmedim. O hayatımın tek dünyevi aşkıydı. Buna rağmen onun adını ne biliyordum, ne de öğrenebildim… Kimdi bu kız? Şafak gibi doğan, ay gibi büyüleyici, parlak bu kız kimdi, bilmiyorum.”