Bir kitap okuyayım, hayatım değişmese bile havam değişsin, şu gündelik hayatın bitmek tükenmek bilmeyen politizasyonundan uzaklaşayım diyorsanız, sakın Hakan Günday’ın yeni kitabı Zamir’i okumayın. Çünkü Zamir sizi daha fena gündemin içine atıyor, hiçbir şeyden emin olmayan tarzıyla her şeyden şüphelenmenize sebep oluyor, üstelik göçmenlik, mülteci kampları, kadınların katmerli çileli hayatları, uluslararası yardım kuruluşları gibi her zaman gündemde olan ve olması gereken kesitlerle dolu bir kitap. “Kadın oldukları için öldürülmüş tüm o Kadınlara” ithafıyla başlaması da bunun bir ipucu zaten.
İnsanın ana dilinde yazılmış edebi eserler okumasının bir başka olduğunu düşünenlerdenim. Dünya edebiyatını okumamızı sağlayan çok iyi çevirilere tabii ki müteşekkiriz ama ne kadar iyi olursa olsun çeviri çeviridir. Ana dil bütün renk tonlarını barındırır, yazarın hissinin size geçmesini kolaylaştırır. Üstelik bir de aynı memlekette yaşamanın verdiği bir aşinalık var. Dolayısıyla Türkçe yazan yazarların okuma hayatımda ayrı bir yeri vardır.
Hakan Günday da kasvetiyle yıldıran ama bana göre her ne anlatırsa anlatsın okurla kurduğu açık iletişim ve romanlarındaki neredeyse gizli umutlar ile de okumaktan asla vaz geçemeyeceğim bir yazar. Karanlık köşelere rahatça girip çıkmasından olsa gerek, yeraltı edebiyatı diyorlar yaptığı şeye, ama kendisi yaptığının sadece Türkçe edebiyat ya da en fazla psikolojik macera olduğunu söylüyor. Yazara itibar etmek gerek. Her karanlık yeraltında olmuyor. Aslında Hakan Günday, son kitabında olduğu gibi, yer üstünde, hepimizin aydınlıkla anmaya alışık olduğu kavramların karanlığını da anlatıyor. Gizemleme yok, sadece hiçbir şey kendinden menkul kutsal değil. Bir de bu gözle bakın diyor. Her şeyden, her kurumdan şüphelenebilirsiniz, hatta şüphelenmiyorsanız ayaklarınızın bu dünyaya sağlam bastığını iddia edemezsiniz.
İlk kitabı “Kinyas ve Kayra” Hakan Günday henüz 24 yaşındayken 2000 yılında yayımlandı. 2021 yılının sonlarında çıkan son kitabı “Zamir”e gelene kadar yedi roman daha (Zargana, Piç, Malafa, Ziyan, Azil, Az, Daha) yazdı, bir o kadar da senaryoya imza attı. (Şahsiyet’in senaristinin de Hakan Günday olduğunu hatırlatayım). Erkenden başlayan ve çok üretken giden yazarlık hayatından vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyoruz galiba, şimdilerde 45’i geçmiş yaşına rağmen hâlâ çoğumuzun gözünde “genç” yazarlardan biri. Bu, belki de Türkçe edebiyatta bu denli doğrudan anlatılmayan konuları bize bıkmadan usanmadan anlatan üslubunun genç olmakla bir bağlantısı olabileceğini düşünmemizden kaynaklanıyordur.
“Zamir” şöyle başlıyor:
“Demek ki bu evrende her şey bir şarapnel. Ve genişlemekte olan, aslında bir şarapnel bulutu. Bu yüzden gökadalar ve her şey birbirinden uzaklaşıyor. Bu yüzden evren aynı anda her yöne şiddetle ilerliyor. Er ya da geç bir şeylere, bir yerlere çarpmak için. Er ya da geç yok etmek ve yok olmak için. Demek ki Samanyolu ve içindeki güneş ve etrafındaki dünya ve üzerindeki insan ve aklındaki her şey bir şarapnel. Düşüncesi, inancı, duygusu, icadı, hepsi. Demek ki insan insana saplanmak için var. Çünkü öyle olmasaydı… Eğer insana dair her şey gerçekten de bir şarapnel olmasaydı, bundan 40 yıl önce Türkiye-Suriye sınırında kurulu El-Aman mülteci kampındaki o patlama asla yaşanmazdı. Böylece altı günlük bir bebek bir çelik bilye sağanağı altında kalmaz ve o küçük yüzü asla parçalanmazdı. Ama parçalandı…”
Ben kitaptan öğrendim, bizim gramatik anlamını bildiğimiz Zamir kelimesi Arapçada “içyüzü, gerçek niyet, yürek, vicdan”, Rusçada ise “barış için” anlamına geliyormuş. Küçük yüzü parçalanan o bebeğe bu ismi bir şair veriyor romanda.
“Öyle bir ad olsun ki bu çocuk, sahip olduğu en kıymetli şeyin vicdanı olduğunu bilsin…”
Zamir, adeta bir yardım kuruluşu tarafından evlat ediniliyor ve savaşa karşı kampanyalarda bu kuruluşun yüzü olarak büyütülüyor. Altı günlükken parçalanan bir yüz, uluslararası yardım kuruluşları tarafından çok kullanışlı bulunuyor.
Zamir daha ileriki yaşlarında ise, bir barış vakfında, savaşan tarafları bir araya getirerek uzlaştırmaya çalışıyor. Ya da kitapta geçen hâliyle, savaşı bir gün de olsa ertelemek için “her türlü yolun mübah” olduğu bir anlayışla savaşa çok benzeyen bir barış için uğraşıyor. Bunu bir meslek olarak yapıyor. Nasıl savaşta yalanlar kullanılıyorsa, nasıl gerçeğin olan ya da olmayan bir yanı parlatılıp ön plana çıkarılıyorsa, Zamir de bu amaç için her türlü yolu zorluyor. Aklında hep bu dünyanın yaşamaya değecek bir yer olmadığı fikri… Uluslararası yardım kuruluşlarının içyüzünü gördükçe, yaşadıkça, dünyanın ne kadar çaresiz bir yer olduğunu da kavrıyor. Ya bu diyarlardan muhtemelen intihar ederek çekip gidecek ya da günlük, anlık küçük zaferlerle, oyununu iyi oynamakla teselli bulup yaşayacak…
“Gerçeğin gömülmesine defalarca tanık olmuştum. Hem de çok yakından. Bazen de kendim gömmüştüm gerçeği.”
Hakan Günday romanlarına aşina olanların bekleyebileceği gibi, roman boyunca kavramlar bol bol alt üst ediliyor: Expatlık ile göçmenlik arasındaki ince çizgi, dünyanın farklı coğrafyalarındaki diktatörlerin tuhaf ama çok tanıdık özellikleri, baskıcı bir hükümeti eleştirerek iktidara gelmenin demokrat olmak anlamına gelmediği, Munchausen sendromuna sahip ebeveynler gibi her geçirdiği günün hassas olduğunu ve hep tehlikede ve hedefte olduğunu iddia eden ülke yöneticileri, politik doğruculuğun istendiğinde nasıl bir riyakarlık aracına dönüştürülebileceği, dünyayı yöneten 12 ailenin (!!!) cehalet dolu mutsuzluğu, komplocuların hiçbir şeyin göründüğü gibi olduğuna inanmadıkları için görünenin dışında her şeye inanabilmeleri…
“… geçmişte birileri kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanıyla Irak’ı işgal edip bir milyon insanın ölümüne yol açtığı için bugün başkaları dünyanın yuvarlak olduğuna bile inanmıyordu. Haksız da sayılmazlardı. Çünkü bunca insanın tek bir yalanla katledildiği dünya ancak düz ve kanlı bir daire olabilirdi. Tam da bir arena gibi! Bu yüzden dünyaya geldiğinden beri insan insanı öldürüyor ve yıldızlardan başka seyircisi olmayan bu vahşet asla bitmiyordu.”
Ve distopya anlatıları…
“… (1954 yılında çekilmiş bir Amerikan filmine gönderme yaparak) Böylesi hikâyelere post-apokalitik distopya deniyordu. Ne büyük kibir diye düşündüm. Herhangi bir Afrika ülkesinde, herhangi bir iç savaşta görülebilecek o gündelik sahneler, nasıl olur da bir distopya olarak kabul edilebilir? Gerçekten de utanç vericiydi! Çünkü o hikâyelerde, gelecekte gerçekleşeceği iddia edilen bütün o vahşet zaten dünyanın bir yerinde mutlaka yaşanıyordu! Hatta dünya tarihi o vahşetlerle doluydu… Kölelik diye tarihsel bir gerçek varken hangi distopyadan söz edilebilirdi? Üstelik bir zamanlar Ruanda ya da Bosna’da olanlar sırf Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor diye nasıl olur da kıyamet sonrasına tarihlenebilirdi?”
Bir söyleşisinde de yine aynı minvalde, distopya konusundan bahsediyor Hakan Günday. Hiçbir distopya kurgusunun hayatın gerçeğinden daha ileriye geçemeyeceğini söylüyor orada da. Bu ülkede, yanıbaşımızda olan bir ticari faaliyeti anlatıyor. İzmir’de deniz yoluyla Yunan adalarına geçmeye çalışan mültecilere, üretenler tarafından işe yaramayacağı bilindiği halde satılan can yelekleri olduğunu hatırlatıyor bize. Bunun üzerine söylenecek söz yok tabii.
Hakan Günday Zamir aracılığıyla yine “aklın bir cehennem” olduğundan dem vuruyor. Her şey orada başlıyor, orada bitiyor ve “bazı sırlar insanın kafatasına sığmıyor”. Roman boyunca dramatik bir anlatım tarzı ile karşılaşıyoruz. Başka yazarlarda sevimsiz bile bulunabilecek bu tarz, yazarın bizi dünyanın ne kadar dramatik bir yer olduğuna inandırdığı üslubu ve yarattığı karakterlerle gayet yerinde ve hatta sempatik hâle geliyor. Evet, dünya, dramatik bir yer. Birileri de şöyle hakkını vererek büyük laflar etsin!!!
Gelelim benim Hakan Günday romanlarında ve bu sefer “Zamir”de ısrarla bulduğum “gizli umut” meselesine. Sanıyorum ki bu her türlü kötülüğün sayılıp dökülmesi durumu, insanın sınırsız olabilecek kötücül yanlarının anlatılması ve bunlarla yüzleşme çabası bende umut hissi yaratıyor. Bunların üstünün örtülmemesi az da olsa umutlu olabileceğimiz anlamına gelmiyor mu sizce de?
Çünkü “Her şey görmekle ilgili…”