Güneşli bir Brüksel sabahına uyandık. Sonbaharın bütün çekiciliği, en çok parklara yansıyor. Yerleri renklendiren yapraklar üzerinde yürürken ılık ve cazip bir havayı içimize çekiyoruz.
Balkan ülkelerinden ve Türkiye'den gelen gazeteciler, medya uzmanları, Avrupa Birliği ülkelerinden katılan akademisyenler ve araştırmacılarla birlikte, "Batı Balkanlar'da ve Türkiye'de ifade özgürlüğü ve medya" başlıklı toplantıdayız.
Tahmin edilebileceği gibi, toplantının en cazip konusunu, Türkiye'deki gelişmeler oluşturuyor. AB'nin Komşuluk Siyaseti ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Komiseri Johannes Hahn'ın konuşması da, büyük ölçüde (ve dolaylı olarak) Türkiye'deki gelişmelere gönderme yapıyordu.
Türkiye'den gelen katılımcıların ağırlıklı kesimi, Türkiye'de son dönemde medyaya yapılan operasyonları, sert bir dille ifade ettiler. "Neden Türkiye ilgili raporu seçimlerden önce yayınlamadınız?" diyerek, AB yetkililerini eleştirdiler.
Yetkililerin cevabı, "haklısınız, biz raporu yazdık ama daha önce yayınlanmadı…üzgünüz" biçimindeydi. Genel yorum, AB üyesi ülkelerin, göçmen sorunu nedeniyle, Türkiye ile ilişkileri bozmamayı tercih ettikleri yönündeydi.
Ancak “Türkiye'nin üyeliği” konusunun şimdi de medya özgürlüğüne takılacağı anlaşılıyor. Hahn'ın açılışta yaptığı konuşma, bu eleştirilere cevap olacak içerikteydi ve şu cümleleri dikkat çekiciydi: "Medya özgürlüğü AB müktesebatının olmazsa olmazıdır. Medyanın durumunun iyiliği ve kötülüğü AB'ye girişte tayin edicidir. Çok yakın zamanda medya ve ifade özgürlüğü, AB genişleme stratejisinin kalbine oturacak."
Tablo bu… Yeni seçimden çıkmış Türkiye konusunda, en azından medya özgürlüğü bağlamında, iyimser yorumlara rastlamak pek mümkün görünmüyor. Son derece sert eleştirel bir söylem kendisini hissettiriyor. Tabii bu görüntü ülke yönetimleri düzeyinde nasıl bir etki yapıyor, bunu tam olarak bilmek mümkün değil.
AK Parti'nin yüzde 50'ye yakın bir oy alarak yeniden tek başına iktidara gelmesi, "halk iradesi" açısından duyarlı olan AB siyaset ortamında nasıl sonuçlar doğuracak? Bu konuda daha net değerlendirmeler yapabilmek için de zamana ihtiyaç var.
'Toplumsal geriliğimiz meselesi ‘'
İstanbul Brüksel uçağında okuduğum Hürriyet gazetesinde, Yalçın Bayer'in köşesinde yaptığı bir alıntı dikkatimi çekti. Bayer, köşesinin bir bölümünü, araştırmacı Dr. Sezgin Tüzün'ün değerlendirmesine ayırmış. Tüzün, Bianet'e seçim sonuçlarını yorumlamış. Bayer'in, Tüzün'den yaptığı alıntı aynen şöyle: "Açıklaması güç. Bir tür mucize bu. Ama ancak ve ancak Türkiye toplumunun geriliğinin şahikası olarak değerlendirilebilir maalesef…"
Sezgin Tüzün'ün değerlendirmesine şaşırdım. Kabahat yine topluma yıkılıyor. Muhalefetin performansı yerine halkın tercihi eleştiriliyor. Bunun üzerine, değerlendirmenin orijinaline bakmak ihtiyacını hissettim. “Bu kadar da olmaz” diye düşünmüştüm. Bianet'teki metinde orijinal cümleler şöyle: "Açıklanması güç. Bir tür mucize bu. Ama ancak ve ancak geri kalmışlığımızın şahikası olarak değerlendirilebilir maalesef."
Neden Yalçın Bayer bunu köşesine değiştirerek almak gereğini hissetmiş olabilir? Belki de açıklamanın bütününden böyle bir yorum çıkarmıştır.
Tabii, yine de Tüzün'ün değerlendirmesi sorunlu. Maalesef, bizler Türkiye toplumunun tepkilerini anlamakta zorlanabiliyoruz. Bizden farklı şekilde düşündüklerinde onları yargılayabiliyoruz.
Halkın neden yarısının AK Parti'yi tercih ettiği üzerine yapılacak bir araştırma, tercihi anlamamıza yardım edebilir. Halka kızmayı bırakıp, kendimizdeki eksikleri ve halkla aramızda oluşan mesafeyi sorgulasak, daha sağlıklı sonuçlara varabiliriz.
Halkı fazla idealize etmek de gereksiz… “Halk kuyrukçuluğu”na kaymadan, halkı anlamaya çalışmalıyız. Neden bizim (otomatikman) doğru olarak kabul ettiğimiz şeylerin onlar için doğru olmadığını derinlemesine düşünmeli ve sonuçlar çıkarmalıyız.
Her seçim sonucundan sonra, hayal kırıklığına uğrayıp halkı suçlama veya depresif ve şiirsel cümlelere kaçma alışkanlığı, bakalım ne zaman terk edilecek?