18 Ocak 2020] Şimdi ne oldu Şii Hilâli’ne? İran’ın tâ Perslerden, Ahemenidler hanedanından (İÖ 550-330) beri süregelen büyük devlet aklına, imparatorluk geleneğine?
Trump’ın özel emriyle gerçekleştirilen Kasım Süleymani suikasti, yeni dünya düzensizliğini yansıtan Makyavelist ahlâküstücülüğü bir yana, âşikâr ki mollalar rejimini kimsenin tahmin etmediği bir bunalıma itti; derinlerdeki zaaf ve çatlakların satha çıkmasına neden oldu. Süleymani’nin cenazesindeki izdiham yüzünden 80 kişinin ölmesi tabii bir faciaydı. Ama aynı zamanda başlı başına bir gerilik ve ilkellik gösterisi, dolayısıyla tam bir rezalet demekti.
Aynı günlerde, asıl ABD’ye mukabele sorunu manşetlerde, gündemde birinci sıradaydı. Esip savuruyordu İran liderleri, şöyle yapacağız böyle yapacağız diye. Ama kendi imkânsızlıkları ve (gene Trump’ın “52 yeni hedef” açıklamaları dahil) Amerika’nın çok sert tehditleri karşısında, sonuçta hiçbir şey yapamadılar. İşlevsiz ve yarı yarıya boş halde iki üsse füze attılar; büyük zayiat verdirdiklerini ilân ettiler (ki hepsi yalandı) ve bunu İran halkına “ABD’ye benzersiz bir tokat” gibi sundular. Hemen aynı anda, sonuca ulaştıklarını (!?), olayı daha fazla tırmandırmayacaklarını duyurdular.
Derken üzerine asıl Ukrayna uçağı fiyaskosu geldi. Tam bir salak Üçüncü Dünya inkârcılığına sürüklendiler. Artık kuyruğu dik tutmak mı dersiniz, yiğitliğe leke sürdürmemek mi? Günlerce direndiler, yalan, iftira, asla biz düşürmedik diye. (Bu yalan ve iftira teranesine, Yıldıray Oğur’un işaret ettiği gibi, yeni ekran güllerimiz vaziyetindeki bir dizi emekli general de alabildiğine cahilce demeçleriyle katıldı.) Beri yandan, olay yerini alelacele temizlemeye kalktılar; buldozerler getirip bütün enkaz parçalarını orijinal dağılma alanından toplayarak tek bir hurda yığınına dönüştürdüler.
Ama hiçbiri fayda etmedi. 176 kişinin öldüğü uçak Ukrayna havayollarının olduğu için, Batılıları asla sokmayız diye iddialaşsalar da, mecburdular en azından Ukrayna’nın kendi araştırma ekibini kabul etmeye. Onlar da geldiler, gördüler ve buldular. Gövde ve kanat parçalarındaki bütün delikleri tesbit ettiler. Füzenin uçağı kokpitin, pilot kabininin tam altından vurduğunu (ve bu yüzden pilotların ânında ölmüş olması gerektiğini) gösterdiler. Belki bu noktada, İran yönetimi buradan inat ve yüzsüzlükle çıkılamayacağını anladı. Çaresiz, kabullendiler. (O çok büyük lâflar eden emekli generallerimiz de kabullendi mi, bilmiyorum.) İnkâr yarışının yerini özür dileme ve üzüntülerini bildirme yarışları aldı. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarifi gibi siviller olsun, Devrim Muhafızlarının komutanları olsun sıraya girdiler bu açıdan. Bir de topu birbirlerine atmaya kalktılar. Bir tuğgeneral, biz hemen anladık ve ikinci gün yönetime işin aslını bildirdik, ama onlar inkârdan dönmediler dedi. Cevad Zarifi ise son demeçlerinden birinde, ordunun gerçeği sakladığı ve yönetimi yanılttığından yakındı.
İlginçtir, mutlak düşman belledikleri Batılı ülkeler ve kamuoyu hah, yakaladık diye aşağılamaya, burunlarını sürtmeye kalkmadı bu itiraflar karşısında. Başlıca iki makul talepte bulundular: Şeffaf bir soruşturma ve tazminat ödenmesi. Buna karşılık asıl büyük öfke patlaması İran halkından geldi. Tahran’ın Azadi Meydanında ve ilkin Amir Kabir Üniversitesi önünde, sonra diğer üniversitelerde toplanan gençler “Yalancılara ölüm… Diktatöre ölüm [= Ayetullah Ali Hamaney]… Asıl hain Amerika ve İsrail değil; asıl hain sizlersiniz…” diye bağırdı. Üniversitenin girişinde, her geçen üzerlerine bassın diye yere boyanmış Amerika ve İsrail bayrakları var(dı). Binlerce öğrencinin bu nefret sembollerinin üzerine basmayı etraflarından dolaşmayı tercih etmesi (bkz yukarıdaki başlık resmi), rejime tepkinin ve resmî çizgiye uymayı reddetmenin herhalde en çarpıcı ifadesi oldu.
Dinmeyen protestolar karşısında, İran’ın Ruhanî Lideri ve dolayısıyla En Yüksek Lideri konumundaki, her türlü siyasî karar ve uygulama üzerinde nihaî ve tâyin edici yetki sahibi olan (80 yaşındaki) Ayetullah Ali Hamaney, sekiz yıldır yapmadığı bir şeye gerek duydu: 17 Ocak’ta (yani dün) Tahran’ın Musalla Camiinde Cuma hutbesini okudu ve Cuma namazını da bizzat kıldırdı; şahsen sahneye çıkması ve böyle büyük bir jestte bulunmasının krizi sona erdireceğini umdu.
Fakat ne dedi? (a) Konuşmasının büyük bölümünü Süleymani suikastine ve İran’ın mukabelesine ayırdı. Trump’ın “habis” yönetimine çattı. İran’ın uçağın düşürülmesini öne çıkarıp Süleymani suikastini unutturmak isteyen “düşman”larına karşı “millî birlik” çağrısında bulundu. Dolayısıyla kendisi, Süleymani suikastini öne çıkarıp uçak olayını hayli ikinci plana itmek şeklinde bir beka taktiğini benimsedi.
(b) Bu çerçevede, İran’da “milyonların” ve Irak’ta “binlerin” Süleymani için yas tuttuğunu hatırlattı. Suikast karşılığında giriştikleri füze saldırılarının ABD’nin “suratına indirilmiş bir tokat” olduğu formülünü tekrarladı ve bunun, Allahın İran’ın yanında olduğunu kanıtladığını söyledi. Süleymani’nin cenazesini ve İran’ın misillemesini “tarihî bir dönüm noktası” olarak niteledi.
(c) Buradan hareketle, İran silâhlı kuvvetlerini savunmaya girişti. Felâketin esas sorumlusu olan Devrim Muhafızlarının İran’ın güvenliğini koruduğunu” hatırlattı. Benzersiz bir kara mizah örneğinde, özellikle (Süleymani’nin komutasındaki) Kuds Gücünü hiç utanmadan “insanî değerlere bağlı, insancıl [hümaniter] bir örgüt” olarak niteledi.
(d) Peki ya uçak mı dediniz? Evet, uçağın düşmesinden söz etti gerçi. Kurbanların ailelerine taziyelerini iletti. Ama ne özür diledi, ne de (doğrudan kendisine bağlı olan) Devrim Muhafızlarına herhangi bir lâf söyledi. Tersine, uçağın düşüşünde bazı belirsizlikler olduğundan dem vurdu ve konuya ilişkin açıklamaları için Devrim Muhafızlarına teşekkür etti.
Thukidides, İÖ 431-404 yıllarının Atina – Sparta mücadelesi hakkında yazdığı Peloponez Savaşı kitabında, savaşın ikinci yılında Atina ölülerinin toplu cenaze töreninde Perikles’in verdiği söylevi aktarır (veya kendine göre şekillendirir). 2300 küsur yıl sonra W. H. Auden, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine yazdığı 1 Eylül 1939 şiirinde, Perikles’in ünlü nutkundan, “Ve diktatörlerin yaptıkları, / Kayıtsız mezarlar önünde / ağızlarından dökülen ihtiyarlara özgü süprüntüler” diye söz eder: And what dictators do, / The elderly rubbish they talk / To an apathetic grave.
Evet. Ayetullah Hamaney’in son Cuma hutbesine çok ama çok uyuyor. İlgisiz, duyarsız mezarlar önünde ihtiyar diktatörlerin ağızlarından dökülen saçmalıklar, yorgun süprüntüler.