Adını ilk defa 2008 yılında bir magazin haberinde duyduk.
O yıllarda tvlerin en çok izlenen yarışma programı olan Popstar Alaturka’nın yapımcısı ve spikeri Osmantan Erkır’la jüri üyesi Ebru Gündeş arasındaki aşkın bittiğiyle ilgili magazin haberinin başlığı şöyleydi: Ayrılık nedeni Azeri söz yazarı.
http://www.hurriyet.com.tr/ayrilik-nedeni-azeri-soz-yazari-10665359
Popüler bir söz yazarıydı. Sibel Can’a “Eski Toprak”, İbrahim Tatlıses’e “Neden” adlı bestesini vermişti. Besteler tutunca kapısını çalan Ebru Gündeş’le de böyle tanışmıştı. Onun için de “Sadece Sevdim”, “Ölümsüz Aşıklar” adlı şarkıları yaptı.
Daha sonra karşımıza paylaşılamayan sevgili olarak çıktı.
Adı sık sık, sekiz yıldır birlikte olduğu ve onun için de besteler yaptığı, Azeri kızı Günel ile Ebru Gündeş arasındaki magazin kavgalarında geçti.
Ayrıldığı sevgilisi Günel’i kendisini “Kafana sıkarım” diye tehdit ettiğini iddia edip mahkemeye vermesi, mahkemeden de Günel’e hapis cezası çıkması uzun süre konuşulmuştu.
http://www.milliyet.com.tr/kafana-sikarim-a-2-yil-hapis/turkiye/sondakikaarsiv/01.09.2010/1198497/default.htm
2010’da Ebru Gündeş’le evliliğiyle konuşuldu. Artık Azeri besteci değil, eşine pahalı hediyeler alan, sürprizler yapan müsrif bir genç Azeri işadamıydı.
Bunca şöhrete rağmen yaşı hala 20’lerinin sonundaydı.
Sonra bir anda protokol sıralarında görünmeye başladı. Adı magazin haberlerinden, cemiyet haberlerine geçmişti.
17/25 Aralık operasyonlarıyla ise adı siyasi haberlere, manşetlere terfi etti. Tutuklandı, sonra bırakıldı, beraat etti.
Bayrak önünde yarı kahraman gibi tvlerde konuşturuldu, bakanların elinden ihracat rekortmeni ödülleri aldı.
Herhalde bu rahatlıkla ailesini alıp Miami tatili ve Disneyland için gittiği ABD’de tutuklandıktan sonra onun için aralarında eski New York Belediye Başkanı’nın da olduğu avukatlar tutuldu, diplomatik görüşmelerde adı sık sık geçti, sağlığı için nota bile verildi.
Ve son olarak da geçen hafta New York Güney Bölge Mahkemesi’nde görülmeye başlanan davada karşımıza Amerikan bayrağı önünde savcının itirafçısı olarak çıktı.
Türkiye’deki son durumu ise bütün mal varlığına el konulmuş bir casus.
34 yaşa bütün bunları sığdırmış besteci- işadamı Reza Zarrab’ın bambaşka bir yüzüyle ise New York’ta görülmeye başlanan davanın 52 sayfalık iddianamenin sayfaları arasında karşılaştık.
Hakkında yüzlerce tapeyi ortaya dökmüş FETÖ’cü polislerin bulamadığını, onu 2013’den beri takip ettiği anlaşılan FBI, 2015 yılında Hotmail (Evet, Hotmail kullanıyormuş) mailini hackleyince bulmuştu.
2011 yılında İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a yazılmış bir mektuptu bu.
Mektubu kaleme alansa bizim tanıdığımız besteci, zengin sevgili, hayırsever işadamı, bayrak önünde Türkiye’nin cari açığını kapatmakla övünen üç yıllık Türkiye cumhuriyeti vatandaşı Rıza Sarraf değil, İran Azerisi Zarrab ailesinden orijinal Reza Zarrab’tı:
“Dünyayı kemiren emperyalizmin, İran İslam Devletine karşı bir silah olarak kullandığı ekonomik ambargo ve negatif propagandayla aziz vatanımızı dünyadan izole ettiği bugünlerde, yaptırımlar gün be gün ağırlaşırken, aziz halkımıza hizmet etmek, her İranlı’nın dini vazifesidir. Ekonomik Cihad yılında, her şeye gücü yeten Allah’ın izniyle, dövizde yarım asırlık tecrübesi olan Zarrab ailesi, BAE, Türkiye, Rusya ve Azerbaycan’daki şubeleriyle 3 milyar Euroluk nakit parayı İran’a doğrudan transfer edebilmiştir. İnşallah, İran İslam Devleti’nin çocuklarının gayretli çabalarıyla Müslüman anavatanımızın daha da ilerlediğine şahitlik ederiz.”
Reza Zarrab, günün sonunda İran’ın ambargolu paralarını Türk bankalarından İran’a taşımayı başararak en büyük hizmeti nakit sıkışıklığı çeken “aziz vatanına” yapmıştı.
Bir haftadır, izleyici sıralarını hınca hınç doldurmuş Türkleri heyecanlandırıp, jüri koltuklarında oturan Amerikalıları uyutan New York Güney Bölge Mahkemesi’ndeki davanın 52 sayfalık iddianamesinde karşımıza da binbir yüzlü Reza Zarrab’ın, Ekonomik Cihad için Ahmedinejad’a vaad ettiği üstün finansal becerileri çıkıyor.
Yani iddianamenin derdi Türkiye’de bazılarının zannettiği gibi rüşvet, yolsuzluk gibi suçları yargılamak değil. İddianamenin bir kaç yerinde rüşvet iddialarından ambargoların delinmesindeki organizasyon anlatılırken bahsedilip geçilmiş.
Tabii ki Zarrab’ın, sınav kağıdını fazla bilgiyle doldurup göze girmeye çalışan talebe psikolojisiyle, polisi arayıp trafikte güvenlik şeridini nasıl kullandığına kadar ayrıntılara girdiği ifadesinde, davanın esas konusu olmasa da belgeler göstererek rüşvet verdiğini söylemesi, Türkiye’de kolayca üzerinden atlanıp geçilecek sözler değil. Özellikle de New York’taki bir itirafçının iddiaları karşısında tv tv dolaşıp, ‘iftira’ diye bağırması beklenen adı geçen isimler derin bir sessizliğe bürünmüşken…
Yine de bu davada yargılanan Türkiye, Türkiye’deki hükümet ya da benzer ambargo delme davalarındaki gibi bir bankanın tüzel kişiliği değil. Hatta hepimizin adını bildiği bankanın adı iddianamede kodlanarak yer almakta.
İddianamede esas yargılanan savcının bile tam olarak açıklayamadığı, ancak mahkemede şema olarak Zarrab’a çizdirilerek anlaşılabilen karmaşık yöntemlerle en az 10 adımda ambargoların delinmesi, hayali ihracatla İran’ın Türkiye’de bloke olan parasının çekilmesi, Amerikalılara göre ‘kara’ olan paranın aklanması ve bütün bunların Amerikan finans sistemine bağlı bankalar içinde ve onun para birimiyle yapılması. Bu ‘başarı’nın, aklın, organizasyonun sahibi de Zarrab ve ailesinin beş ülkedeki yarım asırlık ‘tecrübesi’.
Yoksa iddianameye göre bazılarının iddia ettiği gibi Türkiye, ambargoları delmek için Zarrab’ı kullanmış değil. Belki tam tersi geçerli.
O yüzden Zarrab’ı sanık sandalyesinden tanık sandalyesine geçirince iddianamede büyük bir boşluk ortaya çıkıyor. İşte bu boşluklar, önümüzdeki haftalarda New York Güney Bölge Savcısı’nın, Zarrab’ın bile rüşvet almadığını söyleyip, işine sadakatini övdüğü Halkbank yöneticisi Hakan Atilla’nın savunma avukatları tarafından epeyce hırpalanmasına neden olabilir. Tabii Can Dündar’ın internet sitesinden indirdiği ve bolca kullandığı, 17/25 Aralık’ın hepsi aynı örgütün militanı, savcı, polis, zor sorulara da hazırlıklı olmalı.
Ama yine de iddianamede yargılanan ‘suçlar’ın baş aktörü olmasına rağmen yetenekli Bay Zarrab, Türk mahkemelerinden kurtulduktan sonra, New York Mahkemesi’yle de anlaşarak İran için yaptığı , kendisinin de epey kazandığı bu ‘Finansal Cihad’dan en az zararla kurtulacak.
Ama bu hizmetleri için kullandığı Türkiye ise, zamanında İran için, üstelik İran’ın Suriye’de rejimin yardımına koştuğu ve Türkiye’nin de altını oymakla meşgul olduğu günlerde girdiği, riskli bir girişimcilik nedeniyle, düşmanlarının aç kurtlar gibi etrafını sardığı bir mahkemenin önüne çıkarak şimdiden yeterince zarar görmüş oldu.
Ne diyelim, herkese ders olsun, has ipek kendini kırdırmaz.
Yine de az takipçili sıkıcı Amerikalı mahkeme muhabirlerinin, meraklı Türk okurlarının ilgisiyle duydukları her şeyi kelime kelime yazması kimseyi şaşırtmasın, Zarrab davası bugünlerde Trump’ın koltuğunu sallamakla meşgul olan Amerikan medyasında kendisine ancak iç sayfalarda yer bulabilmiş durumda.(Tabii yine de bazı Türk gazetelerinden daha çok yer verdikleri kesin.)
İddianamede suçlamaların dayanağı olarak Executive Order 12170, Executive Order 13645 gibi rakamlarla ifade edilen kanunlar gösteriliyor. Bunlar 1979’dan 2013’e kadar ABD Başkanların çıkardığı İran’a yaptırımları içeren Kanun Hükmünde Kararnameleri temsil ediyor. Bunun dışında aralarında İran’ın 2012’de Suriye’deki rolü üzerine çıkmış olanlarının da olduğu kongreden geçmiş İran ambargosu yasaları da, dördü İranlı dördü Türk sekiz sanığın ihlal ettiği kanunlar arasında sayılmakta.
O halde Türkiye’nin haklı olarak itiraz ettiği o sorunun cevabını arayalım; Nasıl oluyor da ABD’nin ambargo kararlarıyla Türkiye’deki eylemler ve kişiler yargılanabiliyor?
Sorunun cevabı için dünya finansal sisteminin karmaşık ve hiyerarşik yapısına girmek gerekli, daha anlaşılır bir cevap içinse altı yıl öncesine gitmeliyiz.
Ama bir sonraki yazıda.