Her görüş değerlidir. Bize en kabul edilemez gelen ya da sınırlarımızı fazlasıyla zorlayanlar da dahil olmak üzere bütün görüşler, insanın karşı konulamaz zihinsel işleyişinin zorunlu sonuçlarıdır. Bize değersiz ya da hassasiyetlerimize saldırı gibi gelen görüş ve düşüncelerse aslında çoğu zaman henüz düşünce haline gelememiş, üzerinde yeterince düşünülmemiş, öfkesine yenik düşmüş duyguların düşünce gibi gösterilmesi ya da görülmesinden kaynaklanır.
Yeterince iyi işlendiğinde, yeterli zihinsel emek ve çaba sarf edildiğinde her görüş ve düşünce, içeriği ne olursa olsun aynileşir çünkü; bizi kızdırmaktan ve öfkelendirmekten önce düşündürür. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir düşünce ya da görüş bizi üzerine düşünmekten önce kızdırıyor ya da öfkelendiriyorsa henüz düşünce katına ulaşamamış demektir. Ya da biz henüz zihinsel bir üretimi, gereği gibi alıp işleyecek düzeyde değilizdir.
Gerçek bir düşüncenin, bizi düşündürdükten sonra kızdırıp öfkelendirmesinde ise hiçbir sakınca yoktur. Bu bizim, henüz o düşünce ya da görüşle baş edecek bir yetkinliğe ya da donanıma sahip olmadığımız anlamına gelir. Gerçek bir düşünceyle karşılaşmak sevebileceğimiz yeni biriyle karşılaşmak gibidir çünkü ve buradaki öfke, birini sevmemek için kendimize engel olmaya çalışmak türü bir çatışmanın tezahürüdür. Hayranlık karşı konulamaz bir duygudur ve en çok düşünce, hayranlık uyandırıcıdır. Açığa çıktığı yerde hayranlık da kaçınılmazdır.
Bunları düşünmemin sebebi, André Comte-Sponville’in yakın zamanda İletişim’den çıkan Hayat Yaşamaya Değer kitabındaki görüşleri, tarzı ve kendi düşüncelerine olan sevgisi. François L’Yvonnet ile yapılan söyleşilerin toplamından oluşan kitap, özellikle bizim gibi ülkelerde tartışılamaz addedilen ne varsa tartışılabileceğini ve her fikrin neden ve nasıl değerli olabileceğini göstermesi bakımından derslerle dolu. Özellikle de bizdeki temel sorunlardan birinin ötekinin duygu ve düşüncelerini anlamak yerine hiçe saymak ve en ufak bir çaba sarf etmeden kolayca alt etmek için karikatürize ederek değersizleştirmek olduğu düşünüldüğünde, Comte-Sponville’in kitabı, Müslüman mahallesinde salyangoz satılamayışının yarattığı eksikliği anlamamız açısından hayli kritik bir önem taşıyor. İnsana keşke satılsaydı dedirtiyor!
Hayat Yaşamaya Değer, felsefe yapmanın gerçekte ne olduğunu da çok iyi anlatan bir kitap. Bu derslerin en çarpıcıları ise herhalde ateizm, materyalizm ve komünizm üzerine olanları. Gerçi pek çok başka başlıkta oldukça çarpıcı ve bir an duraklamadan anlayamayacağınız derinlikte çok değerli görüşleri var. Örneğin, ‘Filozof Olmak’ başlıklı ilk bölümde nasıl filozof olduğunu anlatırken Malraux’un “Resim yapmak müzelerde öğrenilir.” sözüne atıfla kendisinin de felsefeyi felsefe kitaplarından öğrendiğini yazar; “Büyük filozofları okuyarak, tekrar tekrar okuyarak ve onlar üzerine derin derin düşünerek…” (s.9). Filozof olmak için düşüncelerle karşılaşmak ve onlara hayran olmak, tutkuyla bağlanmak gerekir.
Bu cevap üzerine, L’Yvonnet’in “Ancak herkes felsefe okumuyor…Kişisel olarak sizi felsefeye iten neydi?” sorusuna verdiği cevap bütün kişisel hikâyesinin özeti gibidir: “Yaşamdaki zorluklar, düşünme tutkusu…” (s.9). Ne kadar da evrensel bir cevap! Yaşamdaki zorluklarla baş etmeye çalışmadan ve düşünme tutkusu olmadan düşüncenin de olamayacağını da anlıyoruz buradan. En azından ben öyle anlıyorum. Kolay yaşamlardan düşünce de çıkmıyor tutku da.
Kolay yaşam nedir peki? Kolay yaşamın en basit tarifi, sizin hayatınız üzerinde başkalarının belirleyici olmasına izin vererek yaşamak. Kolay yaşam! Bırakın sizin yerinize başkaları düşünsün, başkaları üretsin ve başkaları belirlesin. Uyun ve itaat edin! Herkes gibi olun! Geleneklere bağlı kalın, söyleneni yapın, en bilindik yollardan gidin ve size benzeyenlerle birlikte hareket edin. Ne kolay yaşam! Zorlukları (ve tabii ki tutkuları da!) alınmış bir kolay yaşam cemaati…Kısaca, kendisini düşünce adamı yapanın böyle bir yaşamda olmayan iki şey olduğunu söylüyor Comte-Sponville: zorluklar ve tutku (bunlar aynı zamanda bizim gibi ülkelerde gençlere tavsiyeler vermeyi pek seven kitaplarda da en az bulunan şeylerden değil midir?)
Comte-Sponville, bugünkü düşüncelerdense bugünü var eden geçmişin düşüncelerine gitmeyi tercih eder. Klasikleri ve “büyükleri” yeğler. Düşüncenin, yenilikten çok birikim olduğunu ima eder. Kendi ülkesini ve dünyanın pek çok yerini teslim almış bir “şimdiciliğe” karşı çıkar. “Düşünme tek başına gerçekleşemez ya da bomboş bir levhadan hareketle de mümkün değildir. Başkalarıyla ve başkalarına karşı düşünürüz ve bunların çoğu, örneğin büyük yazarlar, uzun zaman önce bu dünyadan göçmüştür. Bu bize çağdaşlarımızla tartışmalardan, küçük ego uyuşmazlıklarından kurtulma imkânı da verir! Aristoteles veya Epikuros’tan, Montaigne ve Pascal’dan, Spinoza ve Kant’tan alıntı yapmak, bugünün düşünce çalışmasının içine uzun erimli bir ruhu dahil etmektir. Bu şimdiki modanın, daima yenilik arayışının, ‘şimdiciliğin’ tam tersidir; ki bunların entelektüel ve sanatsal hayatımıza çok zararı dokunmuştur.” (s.22).
Biraz “eski kafalı” bir adamdır Comte-Sponville. Sinemayı büyük sanat olarak görmez. Hatta, “küçük sanat” diye niteler. Sinemanın haksız ve abartılı bir statüye sahip olduğunu belirtir ve “Ben sanatta kendini tek başına ve yalnız ifade edenleri severim” diyerek noktayı koyar. Bu kadar açık ve net konuştuğu için de özür dileyerek “mış gibi yapamadığını” söyler. Düşünce, mış gibi bir şey değildir çünkü. Ya, tam olarak düşünce haline gelmiştir ya da gelmemiştir. Arası ve birazı olmayan bir üretim biçimidir. Bu netlik, sertlik de getirir beraberinde. Sözünü sakınmaz. Örneğin, bizde de epeyce rağbet gören bir “düşünür” olan Cioran için, “Parlak bir yazardır, ama filozof tarafı yok denecek kadar azdır. Kavramlardan ziyade kelimelerle çalışır.” (ss.41) deyiverir.
Hayran olduğu Montaigne’in Denemeler’i için söyledikleriyse onun ölümsüzlüğünün sırrını verir: “Denemeler’in yarısı felsefe, yarısı edebiyat değildir. Şayet böyle olsaydı Montaigne’in vasat bir filozof ve kötü bir edebiyatçı olmasından korkulurdu. Hayır, Denemeler’in tamamı felsefedir, tamamı edebiyattır…” (s.45). Üç büyük hayran olduğu isim, Montaigne, Pascal ve Spinoza’dır.
Asıl onu ilginç ve önemli hale getiren düşüncelerine gelirsek, örneğin materyalizmle ilgili söyledikleri fazla bilindik gibi gelse de son derece önemli ve derindir. Her iyi fikir gibi bilindik zannederken düşündükçe farklılaşan anlamları içkindir. Materyalizmi işte böyle tartışmak gerekir dedirten türdendir söyledikleri: “Felsefi anlamda materyalist olmak, her şeyin madde ya da maddenin bir ürünü olduğunu, maddi olmayan hiçbir gerçeğin (ne ruh, ne akıl, ne de fikirler) olmadığını düşünmek demektir. Açıkçası bu durum, düşünce diye bir şeyin var olmadığını (materyalizm bir düşüncedir) veya ideallerimizden vazgeçmemiz gerektiğini…ima etmez; lakin fikirlerin ve ideallerin ancak ikincil ve belirlenmiş bir gerçekliğe sahip olduklarını düşünmeye zorlar. Örneğin adalet, ‘kendi kendine bir şey değildir’ der Epikuros; o bizim şekillendirdiğimiz bir fikir, amaçladığımız bir ideal, bazen başımıza gelen bir deneyimdir (sık sık olumsuz olsa da). Dolayısıyla bir varlık ya da mutlak değil, bir düşünce ya da arzunun bağıntısıdır -oluşumunun biyolojik, sosyal, tarihsel…koşullarıyla bağlıdır…yalnızca bireyler gerçektir; genellikler ya da soyutlamaların ancak ikincil bir mevcudiyeti vardır -ancak dil sayesinde ve dilde vücut bulurlar” (s.60).
Felsefi anlamda madde ise, düşüncenin dışında ve ondan bağımsız olan her şeydir. Diğer bir deyişle, var olması için düşünmek zorunda olmadığımız her şey. Materyalist olmak, pratikte imkânsız olsa bile fiziğin her şeyi açıklayabilir olduğunu düşünmektir. Adalet, eşitlik ve özgürlüğü iyi ve yüce değerler oldukları için arzulamayız, arzuladığımız için iyi ve yüce olurlar. Hakikat, geçerli olmak için bize ihtiyaç duyar. Rasyonalist olmak, irrasyonel olanın var olmadığını düşünmektir. Yani, aklın her şeyi açıklayabilir olduğunu kabul etmektir.
Comte-Sponville’ye göre hayatta yaşadığımız acıların ve mutsuzluğumuzun başlıca kaynağı ummaktır. Ummak, elimizde olmayan koşullardan medet ummaktır ve her zaman acı vericidir. Genellikle zaaflardan ve zayıflıklardan kaynaklandığı için güçlendirici de değildir. O nedenle, bilgeliğe giden yol, ummamaktan geçer. Ummamak Budizm’deki arzusuzluk da değildir. Arzu vardır ama meçhul bir geleceğin dışımızdaki koşullarına değil elimizdeki imkânlara bağlanmıştır. Acı, üzüntü ve hüzün ise zannedildiği kadar kötü ve mutsuzluk verici değildir. “Gerçek bir üzüntü, sahte bir sevinçten iyidir. Belki de ‘felsefeyi ‘kişisel gelişim’den ayıran budur; bu ikisi bazen birbirine karıştırılıyor…hoş olmayan veya kaygı verici olabilecek her şeyden kaçma söz konusu olmadığı gibi en kısa yoldan mutluluğa ulaşmak da söz konusu olamaz. Felsefe ne teskin edici ne de mutluluk veren bir şeydir.” (s.147).
Ateizm ve komünizm üzerine görüşlerine kısaca değinmeden küçük bir parantez açarak, evcil hayvanlarla olan ilişkimize dair görüşlerine yer vermezsek çok eksik kalabilir. Onun için evcil hayvanlarla ilişki kurmama, “farklı bir sevgi deneyimi eksikliği, radikal öteki ile yaşama eksikliği”dir (s.87). Söylemek lazım ki radikal ötekiyle yaşama eksikliği ise pek çok başka toplumsal eksikliğin kökündeki neden olduğundan, hayvan sevgisi aslında bize hiç benzemeyeni sevebilmenin eşsiz bir deneyimidir ve en çok insanlar için gereklidir.
Ateizmle ilgili görüşlerinin ise en kısa özeti, ummamak ve ümit duymamaktır. Gelecekten ve bilinmezliklerden ümide kapılmama, dünyanın acılarını dünyada bırakma, insanlara yani kanlı canlı maddi olarak var olan bireylere tutunarak yaşamadır. Bununla birlikte, hümanizm onun için bir din değil bir ahlaktır. Ateizm ona göre insanın korkularından kurtulmadır çünkü ümit etmek her zaman için korkuyla karışık bir beklenti halidir. Comte-sponville için “Dikkatten, odaklanmadan başka ibadet yoktur.” (s.113).
Komünizmle ilgili görüşlerini, oldukça yakınında bulunduğu Louis Althusser’le olan bir konuşmasından hareketle anlatır. Hayli güzel ve anlamlı bir konuşmadır bu. Şöyledir: “Bir gün, siyasetten söz ederken, ‘komünizm’ kelimesini telaffuz ettiğini duydum. Partiyi [Fransız Kominist Partisi] birkaç yıl önce terk etmiştim. ‘Hâlâ inanıyor musun?’ diye sordum. ‘Ben inanmıyorum, Louis, o hikâye artık bitti…’ dedim. Bana verdiği yanıtı asla unutmayacağım: ‘Komünizm sosyal ya da politik bir sistem olarak, evet, elbette bitti. Ama sadece o değil ki! Temelde, komünizm nedir? Tüm ticari ilişkilerden kurtulmuş insan ilişkileridir. Bak, seninle benim aramda: Bana satacak veya benden satın alacak hiçbir şeyin yok, benim de senden satın alacağım ne de sana satacağım bir şeyim yok. Seninle benim aramda komünizm burada ve şimdi!’”
Bu dura dura, sindire sindire zevkle okunan kitap, en sevmediğimiz fikir ve görüşlerin neden ve nasıl sevilebilir olduğunu anlamak açısından çok değerli geliyor bana. Ötekiyle kuramadığımız ilişkilerimizi anlamak, kolay hayatlardan vazgeçip acıdan ve hüzünden korkmadan, bağımsız ve bilgece bir huzura kavuşmak açısından da bulunmaz düşüncelerle dolu.
Hayatı yaşamaya değer yapan şeyin tam da korkularımızdan kurtularak hakikate kendimizi açmak ve bunu yaparken en büyük yardımcımızın en karşı olduğumuz düşüncelerden öğrendiklerimiz olduğunu bilmek için zorunlu bir okuma.