Kimliklerinden bağımsız olarak kadınların işinin, erkeklere göre çok daha zor olduğunu, sanıyorum ki, artık hepimiz biliyoruz. Hayatı başlatmak, hayatı sürdürmek, ölüme/sona ermeye izin vermek… Hepsi, öyle ya da böyle, kadın işi. Bunun karşılığında ama, kadınların bir kısmının elde ettiği çok önemli bir şey var: Hayatın esas sahibi olmak.
Diğer kısımda, tartışmasız iyi huylu, soru sormayan, başkalarını uyandırmamak için parmak uçlarında dolaşan ve sıklıkla “fedakâr” olarak nitelenen kadınlar var. Bu kadınları, parmak uçlarında yürüme alışkanlıklarından dolayı bozulan parmak yapılarının yol açtığı rahatsızlıklar için doktor doktor dolaşmaları esnasında, yaptıkları fedakarlıklardan şık imalarla bahsederlerken gördüğümüzde hemen tanırız. Çevrelerindekileri bu gibi yöntemlerle borçlandırmak, her ne kadar bu borçların ödenebilmesi mümkün değilse de (!), nafile ödeme yollarından biri olarak az-çok kötücül isteklerini başkalarına yaptırmak, kadın erkek herkesin koruyucu kanatlarının altında yaşamak da onlar açısından gayet mümkündür. İlk anda böyle bir hayat çok “konforlu” gibi görünebilir. Kimsenin de buna bir itirazı olamaz. Sadece bir önemli bedel kaydı düşebiliriz: Bu kadınlar (nadiren de bu erkekler) insan olmaya dair bir hayat yaşamamaktadırlar. Bu da bir hayattır tabii ve bu da kutsaldır ama insan olmakla “persona” olarak yaşamayı karıştırmamak gerekir. Belki de, kendi hayatlarını değil, üzerlerine giydikleri o elbisenin hayatını yaşamaktadırlar.
Ne kadar uzun bir girizgâh! Tahmin edilebileceği gibi bunu yapmayan, bu konforu elinin tersiyle itmeyi hayata karşı bir borç olarak gören insanlardan (çoğunlukla da kadınlardan) bahsetmenin uzun girizgâhı bu. Bu kadınlar, illâ kabuklarını kıracaklar, illâ kendilerini acıta acıta yol alacaklardır. Bedellerini kuruşuna kadar öderler ama bir hikaye olarak hayatları ya da, o kadar ileriye gitmeye gerek yok, tek bir şarkıları ya da bıraktıkları küçük yaşama izleri bile, başka insanların hayatlarına büyük bir anlam katabilir.
İşte onlardan biri Violeta Parra. Wikipedia/Google bilgilerini ve 2011 yapımı biyografik filmini (Violeta Se Fue a los Cielos) baz alarak şunları biliyoruz: 1917 yılında Şili’nin güneyinde bir köyde müzik öğretmeni bir baba ile işçi bir annenin çok çocuklu ailesinde dünyaya gelmiş. Yoksunluklarla dolu ama tabiatla iç içe bir çocukluk yaşamış. O zamanların ve o hayatların çabucak biten çocukluklarından biri.
Kökenlerinden ya da karşılaşmalarından olsa gerek, hayatı da tabiat olayları silsilesi gibi. Bulutlu havalar, sisli dağlar, güneşli durgun zamanları izleyen ani fırtınalar, felaketler, tam sonuna gelindiği sanılırken kendine yol açan küçücük bir filiz ile yeniden ve daha güzel başlangıçlar…
9 yaşındayken babasının gitarını alıp ağaçların altında bu enstrümanla uzun dingin zamanlar geçirmeye başlamış. 12 yaşında ilk bestelerini yaparken, belli ki, hayatının bundan sonraki kısmının gitarla geçeceğine karar vermiş.
Babasının evden ayrılıp bir başka evlilik yapması, çok sayıdaki kardeşlerine yeni, bu sefer de “üvey” kardeşlerin eklenmesi ve daha sonra da ölmesi sonucunda, zaten ağır olan hayat şartları daha da ağırlaşmış. Daha 18 yaşına girmeden, o sıralarda Santiago’da öğrenci olan abisinin yanına taşınıp, hayat gailesine düşerken, bulabildiği her yerde şarkı söylemeye başlamış.
İki kez evlenmiş, biri üç yaşındayken ölen dört çocuğu olmuş. Komünist olan ilk eşinin de etkisiyle, darbeler, diktatörlüklerle dolu Şili ve Güney Amerika siyasi hayatına karışmış. Biz de biliyoruz ki, bazı ülkelerde “siyasetten uzak” yaşamak neredeyse imkansızdır. Ya da özel bir çaba gerektirir ki, her ruh, hele ki böyle yaralı ruhlar, bunu kaldıramaz.
Bütün bu evlilikler, ayrılıklar, çoluk çocuk arasında, ülkesinin ücra köylerindeki, kaydı kuydu olmayan, sadece söyleyenlerin hafızasında yer alan şarkıların, türkülerin kayıt altına alınması işine kendisini adamış. Üç binden fazla “canción”dan oluşan bir arşiv oluşturmuş. Yaşadığı hayatın zorluklarına rağmen şarkıların gücünü ve yalnız olmayabileceği ihtimalini sezebilmesi bu çalışmaları sayesinde bence. Bu “halk şarkıları” formunu kullanarak içindekileri bize berrak olarak anlatan şarkı sözleri yazarken, bu sözlerin anlamını derinleştiren besteler yapmış. Bu arşiv çalışmaları ve şarkıları ile “Nueva Canción” (Yeni Şarkı) akımının hem Şili’de hem de neredeyse bütün Güney Amerika’da kurucularından biri olmuş.
Yaptıklarından heyecan duyan ve bu heyecanla hayatı güzelleştiren birçok kişi gibi, dünyada yaşayan diğer insanların merakını cezbetmiş. Önce Polonya’dan bir gençlik festivalinden davet almış, sonra gitmişken “Avrupa’ya” açılmış. Bu arada çuvalların üzerine resimler yapmak, kilimler dokumak, heykeller ve seramikler biçimlendirmek gibi çok çeşitli işlerle kendisini anlatmaya çalışmış. Louvre Müzesinde kişisel sergi açmayı başarabilen ilk Güney Amerikalı olmuş.
Şili’ye döndüğünde, Santiago’nun çeperlerinde, bir halk sanatları merkezi olarak hayal ettiği büyük bir “carpa” (çadır) kurmuş. Kendisi gibi müzikle haşır neşir olan çocuklarıyla birlikte orada yaşamaya başlamış. Şehre uzak, ulaşılması güç bir yerde olması nedeniyle ya da bilemediğimiz başka nedenlerle, istediği kadar ilgi görememiş ama, bu kadar uçuk bir hayalini bile gerçekleştirebilmiş. Çocuklarıyla birlikte, tabiatın içinde, müzik ve o çok güzel sanatlarıyla iç içe…
Son derece tatminkâr görünen bu hayat, çoğumuza hiç de sürpriz olmayan bir şekilde, onun yalnızlığını ve çaresizliğini pek eksiltememiş. Tanıştığı, kendisinden yaşça epey küçük İsviçreli müzisyen Gilbert Favre ile olan aşk ilişkisinde düğümlenip kalmış. Favre’den karşılık almış almasına, ama “yeterince” alamamış belki de. Bir süre Fransa’da, İsviçre’de ve Şili’de birlikte yaşamışlar. Favre ilerleyen zamanlarda bir grup müzisyenle birlikte çekip Bolivya’ya gitmiş. Violeta geri dönmesini çok istemiş, arkasından Bolivya’ya gitmiş ve Favre’yi orada başka bir kadınla evlenmiş olarak bulmuş.
1966 yılının Kasım ayında 11. albümü olan “Las Últimas Composiciones de Violeta Parra” çıkmış.
Hepimizin bildiği, belki benim gibi bir kısmımızın da Arjantinli Mercedes Sosa’nın sandığı “Gracias A La Vida” bu albümden bir şarkı. Bu şarkıyla hayatın ona, onca çok şey vermiş olmasına teşekkür ediyor Violeta. Şarkı boyunca, kuşlara, dağlara, şehirlere, sahillere, göllere, gözlerini açıp da akla karayı ayırt edebilmesine, gülüşler ve göz yaşlarından oluşan şarkılarına, düşündüklerini anlatmasına yarayan kelimelere, kalabalıkların içinden seçip de aşık olduğu adamlara, esas olarak da bunları ona sağlayan “hayat”a teşekkür ediyor.
1967 yılında 5 Şubat günü, bu son albümün çıkmasından birkaç ay sonra, 49 yaşındayken, büyük çadırında bir kurşunla bu müteşekkir olduğu hayattan “kısaca” vaz geçmiş. Çünkü hayata teşekkür etme cesareti ile “hayatın bir yalan, ölümün ise gerçek olduğu” vaz geçişi (“Run Run Se Fue P’al Norte”- “Ah Ah Kuzeye Doğru Gitti”) aynı albümde farklı iki şarkı olarak yer alabilir. Yani, Violeta’nın hayata teşekkür etmesine hüzünlenmek de, içindeki kırılmalardan (“Que Pena Siente El Alma”-“Ruh Nasıl da Acı Çeker” gibi) bahseden şarkılarını, umut veren şarkılar olarak dinlemek de mümkün.
Hayatı boyunca kendisine biçilen rollerle yaşamayı reddeden ve kendi yolunu cesaretle çizebilen Violeta Parra, işte böyle gizemli, büyüleyici ve Márquez hikayelerinin kahramanlarına benzeyen bir kadın. Ya da tersinden bakarsak, “büyülü gerçek” romanlarında zaten bu insanların anlatıldığını söylemek gerek belki de.
Gerçekler büyülüyse, gökyüzüne uçup gitmek de gerçekliğin bir parçası olabilir, yani Violeta’nın intiharına, bu gözle bakmakta şaşılacak bir şey yok. Belki de asıl şaşırmamız gereken şeyler, Violeta Parra’nın bu hüzünlü şarkılarının, bize hayatla yüzleşme cesareti ve hayata sahip çıkma neşesi vermesidir.