[11-12 Kasım 2017] Bir 10 Kasım daha geçti. Herkes hizaya girdi. “Atatürk’ü saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz” beyan ve manşetleri her yeri kapladı. Bayramlardaki “…bütün yurtta ve yurtdışı temsilciliklerimizde coşkuyla kutlandı” formülü gibi, bu da resmî bir klişe. Yavan ve yorgun bir kalıp. Düşünmeden, otomatik bir refleks halinde tekrarlanıp duruyor.
Saygı, sevgi, özlem. Bir tarihçi olarak, neresindeyim bu olayın? Saygı duyuyorum, kuşkusuz. Mücadeleciliğine, önderlik yeteneklerine, siyasî realizmi ve pragmatizmine; zamanının uluslararası güç ilişkilerini iyi ölçüp biçmesine; (Enver gibi Orta Asya’da olmadık Turancı hayaller peşinde koşacağına) fizibilitesi olan biricik mütevazi savunma projesinin başına geçip, imparatorluğun enkazından, yokolma noktasına gelmiş bir istiklâli kendi bünyesinde yeniden tanımlayarak pekiştiren bir cumhuriyet çıkarmasına; özetle, eylemine saygı duyuyorum.
Tarihteki önemli politikacı ve devlet adamlarından, büyük liderlerden biri olduğu kanısındayım. Ama bu cümle, sadece dünya tarihindeki yerini tanımakla kalmıyor; aynı zamanda biricikleştirmediğimi; nevii şahsına münhasır (sui generis) görmeyi reddettiğimi de yansıtıyor. Dahası, her şeyini ve her yaptığını beğenme ve onaylamamın söz konusu olmadığını da imâ ediyor. Şu “büyük lider” lâfı dahi sırf bir övgü, yüzde yüz bir aklama değil benim için. Çünkü bir kere, liderlik için ne kadar iddialı, benmerkezci, mütehakkim, sırf “gaye”ye odaklanmış ve icabında bütün insanî özelliklerinden arınıp başka herkesi çiğneyip geçmeye hazır bir kişilik gerektiğini az buçuk biliyorum artık (ve bu tablodan, âşikâr ki pek de hoşlanmıyorum). Ona bakarsanız, İskender, Sezar ve Augustus da Hegel’in “tarihsel birey”lerinden benim için (world-historic individuals). Keza II. Mehmed (Fatih). Keza Robespierre ve Saint-Just. Napolyon, Bismarck ve Churchill. Keza Marx, Lenin ve Mao. Hepsini önemsiyor, hepsine derece derece saygı duyuyor — ve aynı zamanda, eserlerine, maddî-manevî miraslarına, onların büyüklüğü uğrun ödenmiş ve ödenecek insanî bedellere hayli eleştirel bakıyorum.
Dolayısıyla sevgi veya sevmek bile hayli şüpheli hale geliyor benim için. Bir kere, etrafında inşa edilen (ve Tek Parti’sinin de, Tek Adam’lığının zorunlu uzantısı olan) kişi kültü giriyor, bireysel gerçekliği ile arama. Oysa kişisel trajedisini, yalnızlığını, karakterinin “kendi kendinden nefret” (self-hatred) boyutunu ( içinden çıktığı toplumun “geri”liği ve “ilkel”liğine duyduğu tepkiyi), ama yönetmek uğruna durumu ve kendi kendisini de idare etmek (ele vermemek) zorunda kalması ve bunun müthiş bir irade sarfıyla üstesinden gelmesini; örneğin aslen modernist ve ancak ikincil olarak Türkçü-milliyetçi olduğu halde, organik bir ilişkisi pek olmayan Türk milliyetçiliğine (aynen dine olduğu gibi) hesaplı bir reelpolitik’çilikle yaklaşabilmesini; adı üstünde, bir Millî Mücadele’nin ve ardından ulus-devlet kurma sürecinin üzerinde oturuyor olmasının gerektirdiği kadar milliyetçi olabilmesi ve fakat o milliyetçiliğe mevcut (Osmanlıcı, hattâ İttihatçı) ana mecrasının dışında (muhayyel Orta Asyacı) kılıklar giydirmeye kalkabilmesini; belki içinden yükselen başka bazı sesleri de zorla zaptedip (bilinçaltına değilse de) hayli aşağılara itebilmesini; en son Vahap Coşkun’un tekrar hatırlattığı gibi (bkz Serbestiyet, 11 Kasım), hem 1930 yerel seçimleri için “Partimiz kazanmıyor; idare, polis ve jandarma partisi kazanıyor. Memleket rejiminin selameti bu yoldaki politika kazançlarında olmaz” diyebilmesini ve hem de Serbest Fırka’nın ezilmesine soğukkanlılıkla, bile bile onay verebilmesini… anlayabilirdim, anlayabilirim sanıyorum. Bazen, başbaşa otursak konuşabilir, tartışabilirmişiz gibi bir yanılsamaya dahi kapılıyorum bu yüzden. Ama açılır gibi olan bu küçücük pencere, (en yakın arkadaşları dahil) eleştiren veya muhalefet edenlere sonunda neler yaptığını hatırladığımda kapanıyor derhal (iktidar hırsının ruhunu kötürüm ettiği böylelerini yakından tanımak gibi bir bahtsızlığım oldu, çok daha küçük ölçekte). Belki (bazı yönleriyle) gerçekten sevgi isteyebilecek özel kişiliği gidiyor; sadece itaat ve sadakat isteyen kamusal kişiliği geliyor. Her yerdeki resimleri geliyor, heykelleri geliyor, törenselliği geliyor, “Ulu Önderin sözleri” geliyor. Auden, Yeats’in ölümü üzerine yazdığı şiirde “hayranlarına dönüştü” (he became his admirers) demişti, bir de “ölenin sözcükleri / yaşayanların bağırsaklarında değişime uğrar” (The words of a dead man / Are modified in the guts of the living). Bir vakitler yaşamış gerçek bir insan olarak Mustafa Kemal’in (1881-1934) veya sonraki adıyla Atatürk’ün (1934-38) de başına aynı şey geliyor. Kendisi gidiyor; Atatürkçüler kalıyor. Hem de, Can Dündar’ın (sonraki yıllarda giderek irtifa kaybedip FETÖ darbeciliğinin bir enstrümanına dönüşmesinden önce) 2008’de çektiği Mustafa filmine dahi, tam da sathın altındaki bu özel kişilik biraz olsun sezdirildiği için tahammül edemeyen fetişist, putperest Atatürkçüler kalıyor.
Sonunda, özlem tümüyle imkânsız hale geliyor. Evet, Kemalist Devrim ilerletti Türkiye’yi. Bazı kapıları açtı — ama başka bazı kapıları kapattı aynı zamanda. İlerlemeyi moderniteye, “muasır medeniyet seviyesi”ne yetişmeye indirgedi. Başka bir deyişle, modernizasyon kapısını açtı, demokrasi kapısını kapattı. Nesini özleyecek mişim? Tek Parti rejimini mi? Takrir-i Sükûn kanununu mu? İstiklâl Mahkemelerini mi? Vicdan özgürlüğü diye bir şey bırakmayan, Müslümanları kamusal alanın dışına iten otoriter laikliği mi? Türk Tarih Tezini mi? Güneş-Dil Teorisini mi? Öztürkçeciliği mi? Dersim “Kürt tedibi”ni mi? Jandarma ve tahsildar zulmünü mü? Derece derece “halaskâr Gazi”leşmesi, “Büyük Kurtarıcı”laşması, “Ulu Önder”leşmesini mi?
Başkaları özlüyorsa, bunları özlüyor korkarım. Bende ise hayır, böyle makro bir Stockholm Sendromu yok maalesef; kesinlikle özlemiyorum, kendisini de, dönemini de. Kemalizme de, neo-Kemalizme de, Kemalistleşmeye de, başka her türlü tek adamcılığa da karşıyım. Bütün kişi kültlerine karşı olduğum gibi.
Bu bağlamda, son bir not. Atatürk’le ve Atatürkçülükle uzlaşmak, deniyor. Daha çok erken. Türkiye henüz Atatürk’le ve dönemiyle ciddi bir hesaplaşma yaşamadı. Güncel siyasette uçuşşan (ve değişen) lâflardan bahsetmiyorum; sakin, ağırbaşlı bir tarihçilikten bahsediyorum. Hukuk ve politika tarihe ve genel olarak bilim alanına müdahaleyi sürdürürken, 5186 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu varken, zordur ama imkânsız değildir, böyle bir tartışma ve hesaplaşma. Tersine, belki en fazla bu yüzden zorunludur. Bu yapılmadıkça ve zihinsel planda gerçek bir mıntıka temizliği gerçekleşmedikçe, yeni ve eleştirel bir toplumsal konsensüs oluşmadıkça, “Atatürk’le uzlaşma” veya “Atatürk’te uzlaşma” ancak yeni ve periferiden gelip umut vâdeden siyasî akımların da sonunda gidip eski resmî ideolojiye iltihak etmesi anlamına gelir.
En kötüsü şu ki, böyle bir ideolojik teslimiyet (Kemalist ve ulusalcılarla ittifak yoluyla) yeni yeni darbe girişimleri tehlikesini azaltmaz; aksine, darbeciliğin de, bütün diğer “haklı şiddet” veya “devrimci şiddet” inanışlarının da yeniden canlanmasına çanak tutar. Bu konuyu orasından burasından kuşatan bir dizi bildiri verdim (veya konuşma yaptım) son yıllarda. Hatırlayabildiklerim, (1) Atina 2014: Falling in (and out of) Love with Revolution (Devrime Âşık Olmak ve Devrimden Soğumak). (2) 7 Aralık 2016: Muhafazakâr Düşünce dergisinin Ankara sempozyumuna sunuş. (3) 11 Aralık 2016: TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’nun İstanbul’daki “Müzakere” toplantısına sunuş. (4) 29 Mart 2017: TÜBA Akademi Konferansları dizisinde, “Devrim ve Darbe Üzerine Aykırı Düşünceler.” (5) 3 Kasım 2017: İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nin Yedinci Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali’ne eşlik eden Akademik Program’da sunulan tebliğ, “Darbelerin ve Terörün İdeolojik Kutsanma Mekanizmaları.” (6) 7 Kasım 2017: Türk Tarih Kurumu’nun Tarih Müdredatı Çalıştayı’na sunulan tebliğ, “Devrimi ve Devrimciliği Kutsmamak.”
Belki bunları da yayınlarım peyder pey. Umarım. Fakat şimdilik diyeceğim, Mustafa Kemal/Atatürk ve Kemalist Devrim tartışması, sırf tikelci, Türkiye özelinde bir tartışma olamaz. Tarihte devrimlere, getirdikleri ve götürdüklerine, özellikle Marksist devrim teorisinin ve aynı zamanda “teorik devrim”lerin sorunlarına ilişkin, çok daha kapsamlı ve bu konudaki dünya tarihçiliğinin “farkında” bir tartışmayla elele yürümek zorunda.