Ana SayfaYazarlarHep böyle miydik?

Hep böyle miydik?

 

[10 Aralık 2017] Dün Zarrab’ı, daha doğrusu Zarrab olayını yazacaktım. Yani, bir de ben yazmış olacaktım, belki benzer, belki biraz farklı şeyleri. Bütün kumpas ve hegemonya boyutlarıyla birlikte, evet, gerçek bir rüşvet ve yolsuzluk sorunu da olduğunun altını çizecektim. Ardından bir de Slobodan Praljak’ı ve intiharını yazmak istiyordum, o kadar üzerinde durulmayan. Başlığını da tasarlamıştım; bir dizi gerçek ve hayalî kişiyle, hayattan ve romanlardan fışkırmış tiplerle (Göring’lerle, Milosevic’lerle, Mladic’lerle, Kenan’larla, Binbaşı Radko’larla, Topal Osman’larla, Çolak İsmail’lerle, Mehmet Ali Ağca’larla, Putin ve Dugin’lerle, belki Perinçek’lerle) birleştirerek, “Faşizmin yiğitleri” koyacaktım.

 

Belki gene yaparım. Ama dün ve bugün, dün sabah ve bu sabah olmadı, bir türlü gitmedi elim. Başka şeyler kıpırdadı içimde. Düşüncelerim Zarrab’dan ABD’ye ve AKP’ye sıçradı; derken Türkiye’nin bugününden Türkiye’nin geçmişine, dünyanın bugününden dünyanın geçmişine, Batı’nın bugününden Batı’nın geçmişine, Amerika’nın bugününden Amerika’nın geçmişine kaydı.

 

Hayır, tam bu da değil mesele. Dürüst olmak gerekirse, kendime kaydı. Neslimin ve şahsen benim, bugün ve geçmişte Türkiye’ye nasıl baktığım(ız)a, bugün ve geçmişte dünyaya nasıl baktığım(ız)a,  bugün ve geçmişte Batı’ya nasıl baktığım(ız)a, bugün ve geçmişte Amerika’ya nasıl baktığım(ız)a kaydı. 

 

Çocukluğuma, sekiz – on yaşlarıma, ergenliğime, sonra yirmilerimin gençliğine dalıp gittim. Oradan orta yaşlarıma ve bugünüme geldim. Kendi kendimin de tarihçisiyim, bir noktada. Mecburum, gizlemeyecek, örtbas etmeyecek, yalan söylemeyeceksem. 20. yüzyılın yarısını bağırsaklarımda taşıyorum. Güncelliği algılayış biçimlerim(iz) ve gösterdiğim(iz) tepkiler, geçmişten bu yana nasıl bir evrim gösterdi? Sırf dünya mı değişti? Yoksa biz mi, biz de mi, belki daha çok mu değiştik? Farklar galiba sadece bir nesne sorunu değil; öncelikle bir özne sorunu.

 

Zaten onun için, girizgâh kabilinden, önce dünkü Sınırsız, kıyısız, “fayda”sız düşünmek yazımı yazdım. Etrafıma bakıyorum; sanki kimse sorgulamıyor kendini. Siyasetin doruklarından eteklerine ve oradan medyaya kadar, herkes sürekli “fayda” ve taktik avantaj peşinde. “Günü kurtarayım, şu badireyi atlatayım, yeter.” Bu mantıkla, bir pozisyondan diğerine atlıyor; faraza bir gün askerî-bürokratik vesayet karşıtı ve ertesi gün nev-zuhur Atatürkçü, veya bir gün doktriner Maocu ve ertesi gün coğrafî oportünist Avrasyacı, veya bir gün darbe karşıtı ve ertesi gün ordu göreve çağrıcısı, veya bir gün Barzani’nin dostu ve ertesi gün amansız düşmanı, veya bir gün Trumpçı ve ertesi gün anti-Trumpçı, veya bir gün Rusya karşıtı ve ertesi gün aşırı Rusya taraftarı kesiliyor… ve en ufak bir problem görmüyor, bütün bu zigzaglarında. Şu değişti de ondan böyle oldu kabilinden bir izah da yok. Hatâ yapmışız tarzı bir itiraf, imâ yoluyla, satır aralarında bile zerrece yok. Hâşâ. Tersine, söz konusu kişiler (önemli önemsiz politikacılar, irili ufaklı parti liderleri, genel yayın yönetmenleri, yorumcular, köşe yazarları) (i) her şeyden önce hep doğru, bir bütün olarak doğru, genel olarak doğru; tersten söyleyecek olursak, yanlış (yerde) olmaları mümkün değil — çünkü (ii) onların özü, misyonu doğru her şeyden önce. Dolayısıyla (iii) attıkları her bir adım, tavır ve eylemlerinin her bir konağı da doğru, hem topluca hem kendi başına. Nihayet (iv) son fanatizm en iyi fanatizm — doğruların da en doğrusunu son söyledikleri; bugün, şimdi, şu an geldikleri yer ifade ediyor.

 

Bense kısmen yaşayarak, kısmen okuyup çalışarak tanıdığım dünya konjonktürleri ve Batı profillerini geçiriyorum aklımdan. İlk denizaşırı sömürge imparatorlukları. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının Yeni Emperyalizmi. 1945 sonrasında Soğuk Savaş. McCarthycilik. 1950’lerin ilk darbeleri. NATO, Gladio. Vietnam Savaşı. Latin Amerika cuntaları. Şili ve Pinochet… Ne oldu sonra? Bir, ABD ilk ağızda kısmen geri çekildi. İki, Sovyetler Birliği çöktü, komünizm alternatif olmaktan çıktı. Üç, İslâmcılık yükseldi. Peki, bu nasıl bir paradigma değişikliği anlamına geldi? Geldi mi? 1989-90’dan 2000’lerin başlarına kadar, biraz daha hayırhah, insanlık açısından biraz daha ümitvar bir Batı, daha doğrusu Amerika oluştu mu, çoğu kesimin gözünde? “Ben” de buna dahil miyim, dahil miydim? Belki bu zigzag veya sapma (swerve), bu tahlil kopukluğu mu, ABD’nin (Trump ve Trump karşıtı derin devlet dahil) şimdi yaptıklarını anlamayı zorlaştırıyor? İçinde yaşadığımız büyük dünya düzensizliğinde, Batı’nın zayıflayan yerçekiminden çıkıyor gibi olan Türkiye ve benzeri ülkeler, çok fazla “dış uzay”a savrulmadan, makulü nasıl bulabilir, daha stabil bir konumu nerede yakalayabilir?    

 

Keza, doğrudan yaşadığım ülke konjonktürleri ve iktidar profillerini de geçiriyorum aklımdan. Askerî darbeleri değil, sadece sivil sağ hükümetleri sayacağım. 1950-60 arasında Demokrat Parti. 1965-71 Demirel ve AP. Sonra 1974-77, 1979-80 gene Demirel ve (kâh resmî, kâh fiilî) Milliyetçi Cephe. 1983’ten itibaren Özal ve ANAP. Derken kayıp 90’ların ucuz ayak oyunlarıyla yerinde sayması, nafileliği, ne uzayan ne kısalan Türkiyesi… Düşünüyorum; 2002-2011 arasındaki duruşu ve politikalarıyla değil, özellikle son birkaç yıldaki olumsuzlaşan gidişiyle AKP, çok mu farklı bu diğer dönemlerden? Hangilerinden iyi, hangilerinden kötü? Ve böyle bir karşılaştırma yapılabilir mi? Yoksa o 2002-2011 yıllarının beklentileri asıl “beni” farklı kıldı da, bu yüzden mi aşırı bir hayal kırıklığı yaşıyorum?

 

Diyelim ki yeni bir Türkiye tarihi yazmaya oturdum. Veya, yeni bir ders tasarlayacağım Türkiye’nin son yirmi, otuz, kırk, elli yılı hakkında. Bu soruların hepsine cevap verebilmeliyim. Hem objektif realite, hem kendi sübjektivitem hakkında.

 

 

 

- Advertisment -