Hrant Dink için bir şeyler yazmak üzere masaya oturdum. Yedi yıl istihbarat kavgalarıyla kaçan gerçek katilleri, türlü oyuna, politik ve iktidar kavgasına alet edilen davayı, “Tam operasyon yapacaktım ki görevden aldılar beni” diyen savcının pişkinliğini, sorumlu emniyetçileri korumak için yıllarca süründürdüğü davadaki duyarlılığı sömürmeyi akıl edebilen o kötü aklı, haberi aldığımızda Taksim civarındaki reklam ajansında hâlâ pek çok fotoğrafta görülen (“hemen nasıl hazırlamışlar, kesin önceden biliyorlardı” diye nice komplo teorisine konu olmuş) o posterleri hazırlarken herkesin ağladığını birbirinden saklamaya çalıştığı anları, Rakel Dink’in İncil’i keşfetmeme neden olan muhteşem konuşmasını, sevgilisinin katili için “esas sorgulanması gereken bir bebekten katil yaratan karanlık” diyebilen, sessizlik çağrısı yapan Rakel Dink’le, gürültücü, intikamcı, “affetmeyeceğiz”ci kalabalıklar arasındaki tasavvur farkını, zorba bir devletin çöllerine sürdüğü bir halkın evladının anmasında konuşurken, o çöllerde bugün zorba bir devletin zulmü altında açlıkla boğuşan bir halka çakmayı akıl eden politik vandalizmi, davayı takip etmek için kurulan komitenin ilk toplantısında ilk kez gördüğüm Arat Dink’in yüzündeki babasını kaybetmiş bir çocuğun hüznünü, mahkeme önündeki uzun bekleyişleri, 19 Ocak gecesi adını ilk kez duyduğu Hrant Dink’in delik ayakkabısından bahsederken telefonda ağlayan annemi, her çıkan iddianameye Hrant yazıp ipucu bulmaya çalıştığım günleri…Sonunda yine Cahit Koytak’ın o şiirini okurken buldum kendimi. Daha iyisini yazamayacağım için; Hepimiz Hrant’ız bence ne demektir?seni tanımıyordum, Hrant, yeterince tanımıyordum, evet, fakat gördükten sonra o gün küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda, yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı, öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe, hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle uyurken ki resmini,hani, yalnız kendine değil, hayır, ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru şeyler uğruna olsun isteyecek herkese, her ölümlüye benzeyen güzellikte… ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin zorbalarıyla baş edemediği için hırsından gizli gizli ağlayan, kendi yüreğini kemiren, gün günden budandığını, yontulduğunu ve lokma lokma yutulduğunu hisseden mahallenin sessiz yetimlerine güç veren dirilikte uyurkenki resmini gördükten sonra o gün,artık diyorum ki, kendime: vursalardı beni de, Hrant gibi, ben şahsen, zaptiyenin örtbas muşambasıyla değil, hayır, Agos gazetesiyle örtsünler isterdim cesedimi;Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder, yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim, bir de –biraz iş çıksın diye yoksul şairciklere, çömez muhabirlere – benim de potinlerimdeki iki romanesk delik görünecek biçimde…ki, böylece, resmin geri kalan kısmını güvercinler doldursun! senin o, İsa Peygamber’inkini andıran yakışıklı alnını kanatıncaya kadar duvara vura vura sonunda kalbimizde açmayı başardığın mucizevi gedikten gökyüzüne saçılan güvercinler…hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman, Tanrının eliyle okşanmışçasına sıcak olduğu anlaşılan yüreğinin sesini, ‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini açıkça işitilir kılan, daha gür, daha beyaz, daha cesur kanat vuruşlarıyla gökleri çatırdatan ‘tedirgin güvercinler’…seni tanımıyordum, fazlaca tanımıyordum, fakat vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi, her şeyi göze alıp, cenaze namazımı Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde o evin avlusunda kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!kılsınlar, ne fark eder? kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı bir mülk gibi çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler bütün mülklerin, mabetlerin O’na ait olduğunu bilsinler!seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla oyundan çıkarılmış bir çocuk gibi gördükten sonra, dostum, büyük kalkış gününde aynı oyuna çağırılan iki kafadar gibi kalkıp da koşabilmek için sana komşu mezardan, belki daha cesur, daha kanatlı şeyler, delice mizansenler hayal etmeli ve diyebilmeliyim ki,vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink, bu yaşlı şakağımdan, benim de, o güvey uykusunun tadından, o gençlik, güzellik uykusunun tadından adını, kimliğini unutan cesedimi bir ‘karambol’ eseri Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim; üstümü de, meselâ, Lavtacı Nazaret’in, Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın iyi cins bir vatan toprağı gibi demli ve bir rast semai gibi ağır, kederli ‘Ermeni’ toprağıyla örtsünler! evet, evet örtsünler, ne fark eder?…örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını, kanın ve kanla karılmış gücün verdiği sarhoşluğu burada kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp büyük göç katarına katılmasını bilen, yani senin gibi, Hrant Dink, şakaklarında ve potinlerinde delik, ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız, ne süleymanın mührü, simurgunu arayan bütün kanatlıların, bütün ‘tedirgin’ sakaların, bülbüllerin, çayırkuşlarının ve güvercinlerin orada, ‘eskilerin’ sözüyle, ‘sınıfsız ve devletsiz’, çitsiz, çepersiz, çetesiz çayırlarında, ebediyetin, kendi soylarına soplarına boş verip, sabah akşam yalnızca Tanrının adını, yalnızca O’nunkini yücelttiklerini öğrensin zeolotlar!ve simurgun gökçe diriliğini, gökçe doğurganlığını, ölülere yaşama, taşlara kanatlanma şevkini veren bir neşide olarak eklediklerini sabah akşam ötüşlerine…26 Ocak 2007Cahit Koytak
‘Hepimiz Hrant’ız’ bence ne demektir?
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik