Ne zamandır yazacağım ama… Ya o yasağı kaale almadığımdan ya da beni o an cümlelerimi bileyecek kadar gerdiğinden “özel otomobillerde sigara yasağı”na anca değiniyorum.
Kemal Can 27 Eylül’de Birikim’de yayınlanan “Arabada sigara yasağı, kanser bilgisine ceza” başlıklı yazısında, söylenecek her şeyi harika özetlemişti:
“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan peşinden gelen yüzlerce araçlık konvoyun saldığı gazlara bakmadan arabasında sigara içen birini çok kınamış. ‘Söyleyeceğim arkadaşlara, yasağın kapsamı genişletilsin’ demiş.
Bu görüşü emir telakki eden trafik polisleri mevzuatta bulunan bir yasağı aktive ederek cezalar kesmeye başlamış.
Bu yasakların tartışıldığı gün, akademisyen Bülent Şık da kanser araştırmalarının sonuçlarını yayınladığı için hâkim karşısına çıkartıldı.
Davacı da bu raporlarda dikkat çekilen bilgiler nedeniyle sağlıkları tehdit altındaki insanları korumakla yükümlü Sağlık Bakanlığı.
Neresinden tutulsa elde kalacak bu davada, mahkeme Bülent Şık’ı ‘göreve ait bilgileri açıklamaktan’ mahkûm etti.”
Esefle sigaramı yakıp yazıyı okurken önce artık olağan görülen alabildiğine külhan uyarıların/yasakların, ebeveyn, ataerkil söylenmelerin, “Ey ey de hey hey”lerin koyu havası öksürttü beni. (O da sağlığa zararlıdır)
Ve sigaranın benim ergenliğimde sağlıktan çok bir “terbiye mevzusu” olarak dert edinildiğini hatırladım.
Bacak bacak üstüne atmak gibi büyüklerin yanında sigara içmek de, onların imtiyazına çomak sokmak sayılıyordu.
Mesele sağlıktan çok ayıbıydı bu eylemin.
Beş yıl önce Esenler’de yürürken bir kafenin balkonunda sigara içen gence, “Cumhurbaşkanı söylüyor, hâlâ içmeye devam ediyor. Göstere göstere terbiyesizlik. Terbiyesiz herif…” denilmesiydi mesele.
Sigara kullananların, gömlek cebinde paket görünenlerin kamera önünde “tatlı tatlı” azarlanmasıydı.
Otorite epeydir dozunu artırarak bu minvalde yürüyor. Omuz atarak…
Bu külhan yolculukta edepten adaba, hâl ve gidişattan düşünceye kadar her mevzuda standart da gerekiyor tabi.
TSE’yi bilemem ama Türk Çifte Standartlar Enstitüsü (TÇSE) medyadan yargıya, sandıktan YSK’ya, işyerinden sokağa ful mesai çalışıyor.
“Çifte standart” deyince TSE’ye nazaran iş yükünün en az iki kat olduğunu söylemek de parodisel açıdan mümkün.
Böyle bir ortamda o tuhaf yasak “hususi araç” kavramından hareketle “özel alana müdahale” bağlamında da çok tartışıldı, “Yok artık” nidalarıyla lisan-ı münasiple eleştirildi.
Savunanlar da vardı tabi, sigarayı uzaktan da olsa görmeye bile katlanamadığını söyleyenler de…
Goebbels’i hortlatacak “Ne zaman sigara görsem elim silahıma gidiyor” diyen de çıkardı ama sanıyorum onların da önemli bir bölümü tiryakiydi.
Başkasının yalancısıyım, “Kurt dumanlı havayı sever”.
Eleştiriler arasında Kemal Can’ın yazısı, hislerime –tam anlamıyla- tercüman oldu.
Can sigarayı on yıl önce bırakmış:
“Geçen on yıl boyunca –sigara veya herhangi bir şeyi bırakanlarda olduğu gibi– pek sigara düşmanlığı yapmadım. Çevremde içenlere, sigaralı ortamlara çok laf etmedim.
Son yıllarda sigara karşısında faşizan önlemler ihtiva eden yasaklamalara da özel olarak gıcık olduğumu, zaman zaman yeniden başlamayı kışkırtacak kadar öfkelendirdiğini söylemeliyim. Sadece her türlü yasaklamaya duyulan alerjiden değil bu tepki.
Sigara yasaklarını gerekçelendirirken kullanılan argümanların sevimsizliği de çok rahatsız edici.
Sigara, yarattığı sağlık sorunları ve özellikle başkalarına verilebilen zarar konusunda çok haklı bir itirazı, biraz zorlamayla kapsamlı bir mücadeleyi fazlasıyla hak ediyor olabilir.
Fakat bu durum aynı zamanda bir haklılıktan üretilebilen saldırganlığın, küstah bir yasakçılığın, başka alanlara da ilham veren ötekileştirme pratiklerinin, vicdanı rahatsız olmadan birilerine ikinci sınıf muamelesi yapabilmenin en tatsız örneklerini üretiyor. Haklı, kalabalık ve yasalarla destekleniyor olmanın sağladığı despotizm imkânı, sıradan faşizmin diliyle çok kolay buluşuyor.”
Sigaranın –şaka değil- spor salonunda, hastanede, uçakta, otobüste, sinemada, kısaca her yerde içilebilen bir kuşağın son temsilcilerinden olarak, başkalarını etkileyen alanlarda sigara yasağına dair –özel arabadan sonra- ağız dolusu söyleneceğim ikinci mesele, uygulaması.
O mevzuda da TÇSE işbaşında tabi.
Kalantor restoranların çoğunda oturduğunda ter basan sözde “kış bahçeleri”, hatta kapalı bölümler yasaktan muaf.
Lâkin kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, etrafı az biraz kapanmış, tavanı açılır, kışın buz gibi “gerçek bahçe”de sigaraya ceza kesildiğine bizzat şahit oldum.
Neyse… Bunaldım, iyisi mi ben size bir film anlatayım.
Jim Jarmush’un keyifle izlediğim 2003 yapımı “Coffee and Cigarettes” filminden söz etmek istiyorum.
Her manada yabancı menşeli bir film… Filmde sigaralı sahnelerde mozaikleme, flulaştırma filan yok.
Yani mimikleri, jestleri görüp, anlayabiliyoruz.
On bir hikâyeden oluşan filmin “California’da Bir Yer” bölümünde Tom Waits ile Iggy Pop bir cafede buluşup, kahve içerler.
Tam anlamıyla havadan sudan yürüyen ite-kaka sohbette, Waits’in gözü sürekli satranç-dama tahtası desenli masanın üstündeki sigara paketine takılır.
Dayanamaz, “Bunlar senin sigaraların mı?” diye mırıldanır.
“Yo, geldiğimde oradaydılar” der Iggy.
Ardından ikisi de o mereti nasıl bıraktıklarını anlatırlar; “Bıraktıktan sonra bi enerji, bi enerji”…
Iggy aynı minvalde sürdürmeye çalışır muhabbeti:
“Bıraktığımdan beri yani her şey… (Duralar, gerisini getiremez). Konsantre olduğun her şey… (Gerisini getirmekten vaz geçer mecburen) Bu salakların hâlâ içiyor olması sinirimi bozuyor. İradeleri yok.
Waits onaylar, “İradeleri yok. Pasifistler”.
Ardından Waits “Bıraktım, bırakmanın güzelliği…” der, o da duralar biraz.
“Bir tane içebilirim çünkü bıraktım. Ben içime bile çekmem” diye devam eder.
Tiryaki ustalığı/açlığıyla sigarasını yakıp, içine çekerken Iggy’e sorar, “Bana katılır mısın?” Iggy “Madem bıraktım, tamam” diyerek, o da büyük bir keyifle yakar sigarasını… Koltuğuna zevkle yerleşir, dolu dolu bir nefes çekerek gülümser:
“Ohhhh, teşekkürler… Sigara ve kahve adamım… Bu güzel bir birleşme. Asla yerini başka bir şey tutamaz.”
Sigaralarını tüttürürken Waits, “Demek istediğimi anladın mı, sigarayı bıraktık” der. Ve ekler:
“Düşünürsen biz sigara ve kahve kuşağıyız. 1940’lar pasta ve kahve (çay) kuşağıydı”…
Her şey yolunda gibidir. Sohbet sigara eşliğinde, daha doğrusu sigara keyfi sohbet eşliğinde sürerken Iggy’nin bir cümlesi havayı bozar:
“Geçen gün bir davulcuyla çalıştım. Gerçekten sıkı vuruyordu. Aklıma sen geldin adamım… Bence tanışmalısın.”
Tom Waits duralar, “Yani bana mı diyorsun? Profesyonel bir davulcuya ihtiyacım mı var? Davulcu mu gerekli? Plaklarımdaki davul berbat mı? Ne diyorsun sen?”
Alınganlık, huzursuzluk, örtülü yahut açık kibir, hep haklı olduğu inancı, koyu bir can sıkıntısı vb. tüm hikâyelerdeki gibi çıkar ortaya.
Iggy şaşırır:
“Boş ver adamım”… Sohbet bozulmuştur artık, “Sanırım gitmeliyim, karım otel odasında yalnız”.
Görüşürüz, yine oturalım, kendine iyi bak’ların ardından gider Iggy.
Waits yalnız kalır, etrafını kolaçan eder, bir sigara daha yakar keyifle.
Tüm öykülerde oturulan “kahve-sigara” masasının deseni, satranç tahtası…
Zira iletişimi bir tür satranç, müsabaka sayıyor çoğu insan.
Matıyla, çatalıyla, körlemesiyle, piyon kelimeleriyle, dokunduğun taşı oynama mecburiyetiyle, oyunu sonra devam etmek üzere ertelemesiyle, bir hamlenin başarısız olup o yaklaşımın feda edilmesiyle, pususuyla, karşı saldırısı, körlüğü, zayıf kareleriyle… Sohbet müsabakası.
Stefan Zweig haklı belki, böyle duygularla satranç da kibirdir.
Filmin hemen her öyküsünde tiryakilerin sigarayı gizlice, huzursuzca çevresine bakarak içme hâli de var.
Jarmush’un filmini İzlemek, o sohbetleri yan masadan dinlemek isterseniz… Minimal minimal seyredin derim.
Ama üstünüz başınız sigara kokabilir baştan söyleyeyim.
Sevmezseniz, pasif izleyici olursanız da dert değil; “Jim Jarmush arkadaşlarıyla şekil yapmış” der, geçersiniz.
Sonra belki sigarayı bırakırsınız yahut yine başlarsınız diyemeyeceğim.
Zira izlediğimiz filmler bizi düşünmeye, değişmeye sevk ediyor mu bilmiyorum. (“Sanmıyorum” demeye dilim varmadı)
Düşündürdü beni.
Anladım ki, en tencere-kapak ilişkilerden birisi olan kahve (çay) ve sigara bile, insanlar arasındaki iletişim meselesini, “o daldan dala herkes başka dala”, “laf ola beri gele” hâlini çözmeye yetmiyor.
Ama muhabbet her şeye rağmen güzel.
Yeter ki birisi masaya, terk ettiğimiz, azalttığımız, unutayazdığımız birşeyleri, kahveyi, çayı, sigarayı, rakıyı, sabaha eren geceleri, aşkı filan bıraksın.
Ürkmeyin. Masanın ortasında, “Elin uzanırsa, ömrün kısalır” çiçeği de var.
Koklamak sağlığa zarar değil.
BİR FİLM/BİR REPLİK
– SİGARA KULLANIYOR MUSUN?
– SADECE İÇERKEN…
Coffee and Cigarettes filminin 4. hikâyesinin adı, “Those Things’ll Kill Ya (Bu Şeyler Seni Öldürecek)”.
Masada –muhtemelen emekli- iki gangster figürü oturmaktadır.
Önündeki koca sürahiden durma kahvesini tazeleyeni, sigarasını yakan arkadaşına söylenir:
– Sen si….minin moronusun.
– Ne oldu şimdi?
– İnanamıyorum hâlâ bu si….minin şeylerini içiyorsun. Vinny bunlar seni s….p atacak, seni öldürecek. İnan bana. (“İnan bana” derken kendini gösterir. Son derece kısık, çatallı, sigaralı sesi, onun da sigarayı bırakalı uzun zaman olmadığını getirir akla)
Vinny sinirlenir:
– Sen şu s…..minin dünyasına beni deli etmek için mi geldin?
– Sigarayı bırakmak yerine bütün paranı buna harcıyorsun. Büyük tütün şirketleri daha da zenginleşiyor. Sen kanser oluyorsun. Sonrva s…..minin doktorları, hastaneleri, onlar da zengin oluyor. Ve tabi cenaze levazımatçıları da… Bunların tümü sen moron gibi sigara içtiğin için oluyor.
– Sen de önündeki koskoca sürahiyle durmadan kahve içiyorsun.
NOT: Jarmush’un filmi sonuçta hem enternasyonal, hem bereketli bir mevzu. “Rakı ve Cigara” versiyonu çıksa gayet faydalı olur. Filmi, mozaiklenen rakı ve sigaradan artakalan görüntüleriyle, parça-bölük seyrederiz.