“Birinci gerdanlık dumanları içinde kapkara /(…) Kapalı Çarşı’ya gittiğin zaman /Bir yangın sonrasının gazetelerini okudun /Bir gazete uzun ve kül olmuş bir gazeteydi Kapalı Çarşı”… Kapalı Çarşı’da 26 Kasım 1954’de çıkan, Sezai Karakoç’un dizelerine de yansıyan büyük yangın, Edip Cansever’in hayatını külliyen etkiler. İtfaiyenin dört gün giremediği ve 28 günde söndürülebilen yangında bin 364 dükkânla birlikte Cansever’in işyeri de kül olur. Sigortadan aldığı para tek başına işyeri açmasına yetmez. Sandal Bedesteni 32 numarada küçük bir dükkân görür, bir ortak bulup (Jak), küçük bir anaparayla tutar.
Birkaç ay sonra ortağı ona, bir şairin başını döndürecek bir teklifle gelir: “Alım satımla ben uğraşırım, istersen sen de yukardaki asma katta istediğin saatte, istediğin gibi çalışabilirsin.”
Bu önerisiyle Mösyö Jak’ın şair ortağına dair muhtemel empati/sempatisine fötrümü çıkarıyorum da, “Esnaf Edip Efendi”yle ortak olmanın birkaç ayda netleşen öngörüsünü de -dostça gülümseyerek- düşünmeden edemiyorum.
Cansever’in Ocak 1979’da Milliyet Sanat’a o günleri anlatırken kurduğu cümleler de o minvalde zaten: “İşte, kitaplarımdan dokuzunu bu asma katta yazdım. Tam yirmi yıl. Bugün düşünüyorum da, ya o yangın olmasaydı?”
Yangında İlk Kurtarılacak; şairlik… Bir başka vesileyle yazsa da, onun dizelerini buraya çıra gibi iliştirmeliyim: “Bir gece uykudaydı bütün konak /Gizlice bahçeye çıktım /Yaralı bir hayvan gibi sürünerekten /Sokuldum limonluğa usul usul /Döktüm bir şişe gazı ve limonluğu yaktım.”
Hissetmek, “beni yak, kendini yak”lar, biraz da hazır olmayı gerektiriyor. Bizâtihi şiir de öyle. Yazmayı bırak sadece okusan da şiire hazır olman lazım. Duygu cümbüşüne yahut taziyesine, “yaşayamıyorsan okuyacaksın”a (ki pek tasvip etmem) hazır olmayı… Cansever’in Erdal Öz’e –sırrını vermeden- anlattığı gibi: “Kendimizi giyime, sigaraya, yemek yemeye, eğlenmeye hazır tuttuğumuz gibi şiirin tadına varmaya da hazır tutmalıyız. İşte o zaman üstümüze şiirin ağırlığı çöker. Ne yapsak ondan kurtulamayız artık.”
Böyle verilerle, şiire meftun birini gelişinden, yürüyüşünden, neredeyse boynundan tanıyacağıma inanırım. Yanılırım da elbet; ama burada nihayete yürüyen süreç şiir, varılan sonuç -iki düz bir ters- nesirdir. Aldırmam…
Onun dünyasının insanları, hayatı “biraz gücenik ve buruk yaşar” zaten. O insanları düşünürken de, “içinde ucu sivri bir bıçakla” gezer, canı yanar. İçselleştirir onları; padişahsız çeşnicibaşı, gönüllü zehir tadıcısı… Onun için insanın “acıyla aynı yaşta” olduğunu savunur. İnsanları ölürse, çokça ihtiyarlamadan, yaşarken ölür.
İnsanları; Manastırlı Hilmi Beyler, Ruhi Beyler, Bayan Saralar, alkolün yaslı çocuğu Stepan, elinde alkolden dürbünüyle Çiçek Pasajı’nda bulduğu Vartuhi, baba Armenak, karışık bir evlilik fotoğrafındaki Diran ve Lusin, yalnızlar korosu, meyhaneci, garson, çiçek sergicisi, genelev kadını, herkesle bir olup kişiliksiz kalan meyhane patronu, ölü taşıyıcı, kürk tamircisi, otel kâtibi, akordeoncu kadın, cam ustası, emekli postacı, ya da “beton pistin üstünde, fırfırlı giysiler, tafta giysiler, organze tuvaletler…”
Ayırmaz insanlarını; “Marilyn Monroe ile Maria Magdalena kolkola…”
Çoğu hayattan gelip, kıvrılır dizelerine… Adamım Ruhi Bey mesela. Cansever bir gün Beyoğlu’nda Krespin (Crespin – Ayakkabıcılar) Pasajı’na gider. Tam karşıda “içkiciler”in sabah bile geldiği Neşe Lokantası vardır. Hayalet Oğuz orada oturdukları masaya, “sabahtan içkiye başlayanların masası” anlamında “cinayet masası” adını takmıştır:
“Krespin Pasajı’nda bir başıma oturuyordum. Yazdı, hava sıcaktı. Dipte, köşede bir garson uyukluyordu. Diyebilirim ki, şiirime bir dekor hazırlanıyordu sanki. Nitekim biraz sonra ilk oyuncu sahneye girdi. Pasaja sık gidenler iyi bilirler, sakalları uzamış saçları dökük ve yağlı, askılı pantolonunu karnının üstüne kadar çekmiş, omuzunda birkaç kemerle dolaşan ve kimselerle konuşmayan bir adam vardı. (…) Tam karşımdaki masaya oturdu. Kendi kendiyle konuşur gibi dudaklarını hafiften kıpırdatıyordu. Bir kadeh içki verdiler, içti. Birdenbire Ruhi Bey’i, daha yazılmamış olan Ruhi Bey’i bulduğumu anladım.” (Taha Toros arşivi)
Ve Cansever o “düşkün” karakterden, puro tüttüren, vapurda akşam gazetelerine göz atan, köprüden Fransız dergileri satın alan, Tokatlı’da kirazla bir kadeh rakı içen, -parası olursa- bol bahşiş bırakan, eski ama tertemiz gömlekli, beyaz ceketli, menekşe rengi papyonlu, ütülü pantolonlu, yelek cebinde ince, altın zincirli, sarı, ince bıyıklı, yakışıklı Ruhi Bey’i yaratır. Onu tanıyanlar, “biraz soylu” diye söz eder Ruhi Bey’den.
Yaratır da aynı “aristokrat” Ruhi Bey’in ayakkabıları su alır, sabah sabah şarapla bira içer, meyhanede hesabını “parası varsa” verir, yoksa hiç bir şey söylemeden çekip gider, hep aynı elbiseyi giyer. Ruhi Bey, “bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar”.
Tanırım onu, bir merhabam vardır… O tek ceketini üzerinde bir smokin gibi taşımaya çalışan kumaştan/kuşaktandır bir yönüyle. Vardır öyle simaları, hayaletleri eski İstanbul’un. “İstanbul Beyefendisi”nin müflis geleceğinde yaşamıştır Ruhi Bey’ler. Değil mi, “azizim”?
Öyledir işte iki farklı ama tek bedenli Ruhi Bey, hem her insan “en az iki kişidir” (¹) değil mi… “Birbiriyle konuşan iki insan”. Bir üçüncüsü de şiirini yazar, id-ego-süperego… Hangisi şair? Meçhul…
Ama Cansever şiirin İç’işleri Bakanı’dır, içebakan’ı… (²)
BİR ŞAİR /BİR KAÇ DİZE
“Ruhi Bey, benden çiçek alırdı /Nedense benden alırdı /Çünkü ben çiçekleri çok biçimli tutarım
(…) Bu meyhaneyi yirmi yıldır işletirim /Doğrusu Ruhi Bey gibisini hiç görmedim
Mısırçarşısı’nda baharatçı dükkânları vardır, bilirsiniz
Ruhi Beyi ben o dükkânlara benzetirim /Binlerce şeydir çünkü Ruhi Bey /Nanedir, ada çayıdır, zencefildir
Parası varsa verir /Yoksa hiç bir şey söylemeden çekip gider
Sonra bir cep saati vardır, arada çıkarıp bakar /Ama bilirim saatle filan işi yoktur /Zaten zamanla işi yoktur ki Ruhi Beyin
Hep aynı elbiseyi giyer /Yazın ceketini çıkarır /Kravatı ip gibidir, incedir
Ayaklarına hiç bakmadım /O kadar ilginçtir ki yüzü, ayakları bilmem var mıdır.”
Âşık olmuştu adam… “Boyu posu nasıl?” dedi arkadaşı; “İnce, uzun”… “Ya saçları?” diye sordu bu kez; “Saman sarısı”… “Peki ya gözleri, gözleri ne renk?”; Öylece kaldı, âşık adam; “Elâ mı, kahverengi mi, yoksa yeşil miydi hafiften?”… “Nefti” diye mırıldandı arkadaşı, bir daha hiç görüşmediler.
(¹) “İnsan İki Kişidir”, Haydar Ergülen.
(²) Seneler, seneler evveldi. Bir bozkır ülkesinde… Annabel Lee’den büyüktüm biraz. Adım Akarsu mahlasıyla yazılar yazıyordum bir dergide. Öyle dergilerin satırlarını 141, 142, 146 diye sayardı, bugünkülerden “sav’cı” olmasın, müdde-i umûmîler… Dergideki köşenin adı, “İç’işleri”ydi. Edip Cansever’den, Onat Kutlar’dan, İlhan Berk’den, John Lennon’dan, Milgram deneyinden, “itaatın tehlikeleri”nden, “otorite”den, Blues’dan filan söz eden yazılar… Yani hep iç’işleri.