“Rüyalar daima görenler için ilginçtir…”
Joel-Ethan Coen’in “İhtiyarlara Yer Yok (No Country for Old Men)” filmindeki ihtiyarın, Tommy Lee Jones’un dudaklarından sızar bu cümle.
Rüya hikâyecilerine dair hatıralarım henüz yaşlanmadığı için, filmin insicamı açısından bu esaslı repliğe pek katılamıyorum.
Eskiden rüyalar sadece görenlere değil, “rüya anlatıcıları”nı dinleyenlere de enteresan gelirdi.
Yaşantıları(nı) öyküye dönüştürenler, gördüklerinden, duyduklarından hikâyeler kuranlar anlatırlardı uzun uzun.
Gördükleri, rötuşladıkları, belki az uydurdukları rüyalarını, bir hikâye, bir masal imkânı olarak paylaşırlardı meclislerinde.
Çocukken Emek Mahallesi, 60. Sokak’da aynı apartmanda oturduğumuz Mehlika Teyze’yi hatırlıyorum mesela.
Çatı katındaki küçük dairesinde, tek başına, makul mecnun yaşardı.
Hiç evlenmemiş, 75’lerinde, dindar, allığı, rimeli, pembe ruju her daim yerinde, ak pak, pamuk teyzeydi.
Ankara’da bir çok çatı katı dairesi olduğu, onların kirasıyla geçindiği rivayet edildiğinden namı “çatıkatı taciri”ne çıkmıştı.
Ama hikâyemdeki yerinin bu dar lakabıyla alakası yok.
Sık uğrardı evimize.
Mevzuyu genellikle gece gördüğü rüyadan açardı.
Pembeydi rüyaları. İçinde az biraz karanlık kehanetler de olsa, masallardaki gibi savuştururdu hepsini rüyasının finalinde.
Gündelik hâllerimizi, içinden tavuskuşları, sultanlar, şehzadeler, düğünler, gümüşler, ipek fistanlar, ormanlar, dereler geçen rüyalarla anlatırdı bize.
Ruhsal dünyasından kanatlanıp aklından uçan divane kuşlar, hikâyelerine konardı.
Kim bir masal dekorunda, kuş sesleriyle uyanmak istenmez?
Dinlerdik keyifle.
Anlattığı hikâyelerin neresinin düş, neresinin kurmaca olduğunu hiç önemsemezdik doğrusu.
Aslolan hikâye anlatıcılığıydı zira.
Aslolan uyandığında da dile gelebilen rüyalardı.
Mahzun rüya hikâyecisi
Dostluğumuzun neredeyse “ömründen uzun” olduğu, kadim, soy arkadaşım Reha Mağden…
Birlikte yaşadığımız hemen herşeyi hikâye eder, azını yazar, çoğunu anlatırdı.
Ordu’daki fındık bahçesini, Sivas’taki sardunyayı, Ankara’daki Bülbül Ötüşlü Kanarya Yarışması’nı, Cumhuriyet Lisesi’nde okuduğumuz sınıfı, şivesiyle alay edilen Kürt öğrenciyi, Beytepe kampüsünde talim ettiğimiz kumlu tabldotu, kedileri Duman’ı, annesinin cep telefonundaki çiçek resmini koklayan çocuğu…
Fındık bahçesinde tutkulu bir aşk, sardunyada bir ibadet, kanarya yarışmasında diğerkâmlık, sevgide sınıfsızlık, şivede hazine, tabldotta nimet, kedisinde isyan, hatta günah imkânı bulur, anlatırdı.
Paylaşacağı hayat da çoktu, paylaşacağı insanı da…
Hak eden herkese nasip olsun.
Reha, rüyalarını da hikâyeleştirir, anlatır, yazardı.
Biriciği Ayşe anası, ölümünün ardından çok girmişti rüyalarına.
Girmişti de, her seferinde “Gel oğlum” demişti, “Gidelim”.
Az daha gidiyordu…
Rüyasında bir telefon çalmıştı, “annesinin en sevdiği küçük bacısı Semiha” güzel sözler söylemişti de, o da annesiyle “gitmemiş olmuştu”.
Rüya derindi.
Sadece gerçeklerin farklılaşmış/farklılaştırılmış hâli olduğu için değil.
Tabirinden medet ummak filan, hiç değil.
Bazen yaşananlar hikâyeye, kurguya gelmediği için anlatılan rüyaları dinler, hafızanın kitaplığına ciltlerdik.
Rüyada bildik ya da Lunapark’taki Kahkaha Aynaları’ndaki hâlimizi görmezdik sadece, aynanın arkasına da geçerdik.
Hayatımız eksik olabilirdi de, rüyası noksan insana hüzünle bakardık.
Sabahına hatırlanmasa da, tükenmezdi rüyalar.
Hatırlanmazdı ama görüldüğü, rüyanın var olduğu bilinirdi.
Anlatanın mahremiydi bir bakıma.
Çünkü kendine benzerdi nihayetinde.
Rüyanın ekranında, kendini yeniden üretirdi insanlar.
Umutlarını, korkularını, imkansız görünen hayatları, bir uçurumdan yere çakılıp da dimdik ayağa kalkmayı…
Hayatta dağılsa da, orada toparlardı umutlarını kimi zaman.
Rüyada kendimizi oynarız
Edip Cansever’e konuşan “Bayan Sara”nın dediği gibiydi:
“İnsanın duası bile kendine benzer. Rüyaları da öyle.
Hele rüyasını anlatanı tanıyorsanız, az da olsa tanıyorsanız, anlatılanla anlatanın nasıl bütünleştiğini hemen fark edersiniz. (…)
Rüyalarda kendimizi oynarız hep.
Siyah-beyaz, bazen de renkli bir kamera tarafından sürekli olarak çekilir ve günlük yaşama aktarılırız sanki.”
Rüya kıymetliydi.
Hayata, hayâle, umuda önem veren insanlar farkındaydı bunun.
Hani Federico Fellini demişti ya, “Sinema rüyanın dilini kullandığından beri rüyalar hakkında konuşmak, filmler hakkında konuşmak gibi. Yıllar saniyeler içinde geçebilir”…
Öyleydi işte.
Belki bir dakikada bir koca ömrü görür, “Hayat kısa, nasıl da hızlı geçiyor” değil de, “Hayat ne büyüleyici” derdik, gençken.
Filmlerde cesaretine, erdemine hayran kaldığımız kahramanlarla, rüyalarımızda –uyurken yahut uyanık- kolkola dolaşırdık.
Rüyaların lisanı, içerlerdeki benlerin, benliklerin de diliydi.
İnsanın tek kişilik ekranında renkli-sinemaskop filmdi; oyuncusu hayatından ve genellikle istediği rolde gelen.
Bazen kısa, bazen uzun metraj…
Hatta dizi kıvamında, biteviye aynı rüya.
Şiirler de rüya görür, okuyana izletirdi.
Orhan Veli’nin dizelerinde “sabaha karşı bütün Altındağ rüya görür”dü misal:
“Biri bir koca görür rüyasında: Yüz lira maaşlı kibar bir adam. (…)
Kızılay Bahçesi'ne gidilir sabahları; /Kumda oynasın diye küçük Yılmaz, /Kibar çocukları gibi.”
Karabasana dönüşürdü kiminde.
Lâkin adı rüya değil kâbus olurdu. Karıştırmayın.
Kızılderililerin başucuna asılan “rüya kapanı”, yakalar, hapsederdi karabasanı sonra.
Rüya umuda, gerçekleri henüz bebekken kanadında yuvasına taşıyan hayâllere dair bir şeydi çünkü.
Rüyalarda umut, özgürlük, Tanpınar’dan mülhem “uyku sularında yüzen balıklar”dı.
“Denizkızı girmiş düşünceme /Ben iflah olmam”dı. (¹)
Tarih yazan rüyalar
Martin Luther King’in rüyası gibi tarihini de yazardı:
“Bir rüyam var…
Cumhuriyetimizin mimarları insan hakları beyannamesinin ve anayasamızın beyanatını görkemli kelimelerle yazdıklarında, her Amerikalının mirası olan borç senedini imzaladılar.
Bu vaat, yaşam, hürriyet, mutluluk arayışının doğal haklar olduğunu teminat altına almaktaydı.
Açıkça görülüyor ki, Amerika bu borç senedinin yükümlülüğünü yerine getirmemiştir.
Ama biz adalet bankasının iflas ettiğine inanmayı reddediyoruz.
Onun için buraya, bize özgürlüğümüzü ve sosyal güvencemizi geri verecek bu çekin karşılığını almaya geldik.
Dostlarım, ümitsizliğin batağında boğulmayalım.
Şu an yaşadığımız ve önümüzde bulunan zorluklara rağmen, hâlâ bir rüyam, hayâlim var benim.
Evet… Bir rüyam var benim…”
Rüyalar uydurmak içindir bazen
Böyle rüyaları kâbus görenler, hiçbir şeyin değişmesini istemeyenler, değişimi karabasana eş tutanlar da rüya görüyor mutlaka.
Ben düşlerimde, hiçbir şeyin değişmesini istemeyen insanların rüyasını da, rüya içinde rüya olarak görürüm.
Onlarla ilgili kesitlerde rüyam birden siyah-beyaza döner.
Fakat o siyah-beyazın içinden, bir ucunu beline iliştirdiği allı-dallı entarisindeki gelincikleri ekranıma serpeleyen bir kadın –yalınayak- geçer.
Uydurduğumu düşünüyorsanız derdim değil.
Benim rüyamsa, uydururum.
Rüyalar bir bakıma “uydurmak” içindir.
Toplumsal hengamede rüyalar sabaha unutulunca, geçmişteki rüyalarına bile küsen insanlar çoğalınca, rüya hikâyecileri kitaplarda kaldı.
Oysa günahı sevabıyla, rüyaların yapıldığı kumaştandı bizim kuşak.
Aynı zamanda Ahmed Arif’in dizeleri, Fikret Kızılok’un sesiydi:
“Rüya bütün çektiğimiz /Rüya kahrım, rüya zindan
Nasıl da yılları buldu /Bir mısra boyu maceram”.
Güne, bugüne gelirsek, “Rüyamda görsem inanmazdım” kadar olmasa da…
Seçim gecesi Anadolu Ajansı’nın AA kısaltmasını, “AAAA bu kadarı da olmaz”a dönüştüren süreci düşünüyorum.
İstanbul’da “sayım sonuçları kilitlenmesi”ne, yetkili mercilerin sabaha eren sessizliğine, kâbus gibi çöken belirsizliğe bakıyorum.
İçinden baharlar, zeytin dalları, güvercinler geçen o güzelim rüyamı bile hayra yoramıyorum.
Olsun, görüyorum ya her gece.
Özgür, barış içinde, iyi bir hayat, içselleştirilmiş bir demokrasi, adaletli bir toplum, gerçeği de, rüyayı da temize çekebilen vicdan için 5 yılda bir sadece sandığa değil, bizzat hayata başvuracaksanız… Hayâlleriniz ilk referansınızdır.
Güzel rüyalar görün…
BİR FİLM/BİR REPLİK
RÜYALAR ÖLMEDİ, UNUTULDU
“- Rüya görmenin öldüğünü, kimsenin rüya görmediğini söylüyorlar.
– Düşçüler için işler zorlaştı son zamanlarda ama rüyalar ölmedi, sadece unutuldu. Dilimizden sökülüp atıldı.
Kimse öğretmediği için, kimsenin var olduğundan haberi yok.
Düşçü karanlığa yollandı.
Ben her gün düş görerek bunu değiştirmeye çalışıyorum.
Kurnazlık, senin uyanıkken sahip olduğun akıl yeteneklerinle, düşlerindeki sonsuz olanakları birleştirmektir. Eğer bunu yapabilirsen her şeyi yapabilirsin.”
Waking Life (Hayata Uyanmak) – Yönetmen: Richard Linklater
(¹) Halim Şefik Güzelson – “Balık Ağzı”
YAZI FOTOĞRAFI: Waking Life