[18 Temmuz 2015] Sekiz haftalık bir Sabancı-Harvard Yaz Okulu’muz var; her yıl aşağı yukarı bu sıralarda çocukları yedi günlük bir Ege gezisine çıkarıyoruz. Geçen yıl da yazmışım (2 Ağustos 2014: İlkçağa sığınmak; güncelliğe uyanmak) — sırayla Ayvalık (Mübadele); Bergama (Helenistik Çağ ve Pergamon Akropolisi); Kuşadası; Efes (Eski Yunan’dan Roma’ya), Artemision (“Yedi Harika”nın anlamı) ve Meryem Ana (geleneğin icadı); Pamukkale/Hierapolis; Bodrum Kalesi (Sen Jan şövalyeleri artı sualtı arkeolojisinin gelişimi); sonra dört gün tarih yeter deyip, üç gün de hemen sırf güneş ve deniz, Bodrum, Akyaka ve Fethiye Ölü Deniz’den açılarak. İster yolda ister akşamları, her fırsatta doyumsuz sohbetler, her şeye meraklı, her şeyi soran, her şeyi öğrenmek isteyen gençlerle. Sonuna kadar harbi ve içten. Hiçbir şeyi örtmeden, hiçbir şeyi geçiştirmeksizin. Parthenon’un “Elgin Mermerleri”nin Londra’ya ya da Zeus Sunağı’nın Berlin’e götürülüp şimdi geri verilmemesi hakkında ne düşündüğümden başlayıp, “her şey korunmalı mı ve bunun sınırı nedir”e sıçrayarak. Mevcut TC anayasasının ülkeye belirli bir (Atatürkçü) ideoloji empoze etmesi ve CHP’nin de bunu değiştirmek istememesinin anlamına, ya da Kürtlerin haklılığı ile Kürt siyasetinin haksızlıkları arasındaki çelişkiye (büyük bir mağduriyetin partisinin illâ “iyi” olmayabileceğine) geçerek. Oradan, entellektüel derinliği olan diplomatların, kendi inançları ile hükümetlerinin çizgisi arasında yaşayabileceği çelişkilere (ve bunun Türkiye örneklerine), ya da bu açıdan çağdaş tarihçilik ile siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler arasındaki farklara uzanarak. Balık muhabbetlerinde biraz oyalanıp (örn. levrek mi barbun mu çipura mı üstündür — İstanbullular, gördüğünüz gibi lüfer ve kalkanı klasmana dahi almıyoruz), bir zamanlar neden Maocu olduğuma, ya da tarihçiliğimde Marksizmin düşünsel mirasından neleri, nasıl, hangi değiştirilmiş biçimlerde koruduğuma varıncaya kadar.
Ama her güzel şey gibi bu da bitti sonunda ve dün, yani Bayramın ilk günü sabaha karşı 03:30’da eve varıp yıkıldım yatağa. Öğlene doğru biraz gözümü açtımsa da, ancak akşama doğru gerçekten kendime gelir gibi oldum. Kalktım; son üç gün internetim hemen hiç olmadığı için bakamadığım e-mail’lerime girip büyük kısmını temizledim; okuyamadığım Serbestiyet yazılarını okudum. Birkaç saat çalıştım (mekanik biçimde çeviri yaparak); sonra gene uykum gelsin diye geçtim televizyonun karşısına. İyi tesadüf, iki ayrı kanalda atletizm buldum. İlkin, Kolombiya’nın Cali kentinde yapılmakta olan dünya gençler atletizm şampiyonasından, zaten çok merak ettiğim bir yarışı yakaladım. 100 metre kızlarda, yarı-finalin ilk serisinde (Trinidad ve Tobago’dan) Khalifa St Fort 11.27 ile şampiyona rekoru kırdı, ama ikinci seride (Amerikalı dünya rekortmeni) Candace Hill bunu 11.17’ye indiriverdi. Aynı arayı finalde de korudular: Hill 11.08, St Fort 11.19. Bunlar herhangi bir büyükler şampiyonasında, örneğin Olimpiyatlarda dahi finale kalabilecek dereceler — ve Hill de, St Fort da henüz 16 yaşında. Ayrıca, öyle zamanından önce aşırı irileşmiş, boy atmış filân da değiller; küçücük lise öğrencileri velhasıl. Bu yıl 10.98’le ilk defa 11’in altına inip yanında kule gibi duran Usain Bolt’la yanyana poz veren Candace Hill’in, yarı-finaldeki 11.17’sinden sonra kameraya gözucuyla bakıp gene aynen yukarıdaki gibi, utangaç utangaç gülümseyişini unutmayacağım.
Oradan çıktım; gezinirken bu sefer Monaco’daki Diamond League müsabakasında, hem de tam kadınlar 1500 metrenin startını yakaladım. Ne şans! Deparla birlikte “tavşan” atletin peşine takılan (Etyopyalı, Tiruneş Dibaba’nın küçük kardeşi) Genzebe Dibaba, ilk 400’ü 60’ta, 800’ü 2:04’te geçtikten sonra, son bir buçuk turu yalnız başına koştuğu halde finişe 3:50.07’de ulaşıp çok eski ve çok da şaibeli bir rekoru tarihe gömmeyi başardı. 1990’ların başlarıydı; doping kontrolü bugünkü gibi sıkı ve sert değildi; çöken Sovyet ve özellikle Doğu Alman rejimlerinin foyası meydana çıkarken, bu sefer Çin sporda benzer bir kapalı-devletçi Makyavelizme yönelmiş bulunuyordu. Ma Junren diye garip bir antrenörleri vardı; çalıştırdığı küçük ve özel kadın atlet grubuna kaplumbağa kanı ile özel bir mantarın (fungus) karışımını içirmesiyle övünüyordu. Acaba Asterix ve Obelix’in “sihirli iksir”i (potion magique) kadar hem efsanevî, hem masumane miydi bu nesne? Yoksa daha karanlık bir içeriği mi vardı? Eylül 1993’deki Çin Atletizm Şampiyonası’nda Ma’nın atletleri benzersiz bir performans ortaya koydular. Wang Junxia düz 3000’i 8:06.11’de, 10,000’i 29:31.78’de koştu; aradan geçen bunca yılda, ilkine ancak 15, ikincisine 22 saniye yaklaşılabildi. 1500’de ise Wang, vatandaşı Qu Yunxia’nin ardından ikinci geldi. İkisi de önceki dünya rekorunu kırdı; Qu’nun 3:50.56’sı da çok uzun süre dokunulmaz kaldı. Gel zaman git zaman, Çin de ulusal standartlara uymak ihtiyacını duydu; modern doping kontrolleri tesis edildi — ve 2000 Olimpiyat seçmelerine Ma Junren’in altı atleti birden dopingli çıkınca, bu Ma’nın gizli karışımının da, kendi antrenörlük kariyerinin de sonu demek oldu.
Ne ki, doping kontrolleri geriye doğru işletilemediğinden o 1500, 3000 ve 10,000 rekorları hâlâ duruyor(du) kitaplarda. Dün akşam biri silindi en azından. Genzebe Dibaba’nın insan azmi ve takatinin sınırındaki müthiş koşusunu ve sonrasındaki çılgın, tamamen spontane, dakikalar süren sevincini izlerken, aynı zamanda vicdanî bir rahatlamayı da yaşadım.