Dün, 1850’den beri göçle adaya gelmeye başlamış, 50 bin Müslümanın yaşadığı, dünyanın en bakir doğaya sahip, suç oranlarının en düşük olduğu, en güvenli, en yeşil, en refah ülkesi kabul edilen Yeni Zelanda’nın tarihinin Başbakan Jacinde Ardern’in ifadesiyle “en karanlık günü”ydü.
Ülkenin üçüncü büyük şehri olan ve 150 yıldır bir Müslüman cemaatin var olduğu Christchurch’deki Nur ve Linwood camiilerini Cuma namazı için dolduran 49 Müslüman Yeni Zelandalı, organize ve korkutucu bir terör saldırısında hayatını kaybetti.
Saldırının en korkutucu tarafı saldırganın Playstation oyunu gibi çektiği katliamını Facebook’tan canlı yayınlamasıydı.
Her ne kadar saldırının ardından tartışmalar eski bir Haçlı-İslam eksenine otursa da karşımızda yeni nesil bir kötülük ve terör var.
Aslında, her ne kadar popülist mülteci karşıtı Önce Yeni Zelanda Partisi son seçimlerde yüzde 7 oy alsa ve küçük ortak olarak koalisyona girse de Yeni Zelanda, mülteci karşıtı, ırkçı siyasetlerin etkili olduğu bir ülke değil. Katliamın ardından konuşan Başbakan Ardern’in dediği gibi çeşitlilik üzerine kurulu bir toplumdan bahsediyoruz.
Zaten Avusturalya vatandaşı olan katil de arkasında bıraktığı manifestosunda Yeni Zelanda’yı seçme nedenini “en güvenli ve beklenmedik yerde bile size huzur yok” mesajını vermek olarak açıkladı.
Peki kim bu katil?
28 yaşındaki Brenton Tarrant, kendi tarifiyle “İskoç, İrlanda, İngiliz genleri olan sıradan, beyaz, alt sınıftan bir Avusturalya vatandaşı.”
Üniversiteye gitmemiş, kebapçıda çalışmış, bitconnectten para kazanmış, seyahat etmiş.
Aslında iki yıldır üzerine çalıştığı saldırısını planlamak üzere Yeni Zelanda’ya gelmiş. Sonra saldırıyı burada yapmaya karar vermiş. Önce bir başka camii gözetlemiş, sonra gözüne kestirdiği bu camilerde karar kılmış.
Peki bu saldırının amacı ve motivasyonu ne?
Bu soruların cevabı kendisiyle röportaj yapıyormuş gibi soru cevap formatında yazdığı 74 sayfalık manifestosunda. Aklı internette dolaşan komplolarla karışmış, sosyal nefretine sürekli yeni ideolojiler, kılıflar bulmuş.
Manifestonun kapağında büyük harflerle yazan The Great Replacement (Büyük Yer Değiştirme) Amerika ve Avrupa’daki aşırı sağcılar arasında çok popüler olan bir komplo teorisi.
Bu teoriye göre, Batılı toplumlar artık yeterince üremediği ve yaşlandığı için, küresel elitler, Yahudiler, büyük sermaye çevreleri bir proje olarak doğurgan Müslüman ve Afrikalıları Avrupa’ya ve diğer batı ülkelerine göçmen olarak getiriyor. Böylece Avrupa’nın yerli halkı, kültürü, ırkı yok ediliyor, yerine başka ırklar, kültürler yerleştiriliyor.
Komplo değil geçmemek gerek. Çünkü buna inananlardan biri Macaristan başbakanı Orban. Ona göre göçmenleri Avrupa’ya Soros taşıyor, böyle Avrupa kimliksizleştiriliyor.
Katil Tarrant’a göre bu “Beyaz Soykırımı.” Ve bir an önce harekete geçilmezse, iş işten geçmiş olacak.
Zaten bu yüzden manifestosu şöyle başlıyor: “Doğum oranları, doğum oranları, doğum oranları! Eğer bu yazdıklarından tek bir tanesinin hatırlanmasını isteseydim, o doğum oranları mutlaka değişmeli olurdu.”
Bu saldırının amacını da sürekli nüfusları artan, işgalci dediği göçmenlere “burası bizim vatanımız, asla sizin olmayacak” mesajı vermek, devrimci bir korku atmosferi yaratarak tarihsel momentumu değiştirmek, kavgayı ve kutuplaşmayı artırarak nihilist, hedonist, bireyci Batı toplumlarını sarsmak. Böylece doğurganlığın artacağı günlere kadar zaman kazandırmak.
Katliamla, geçen yıl Nisan ayında İsveç’te illegal bir göçmenin düzenlediği terör saldırısında ölen 11 yaşındaki Ebba Akerlund’un intikamını aldığını da söylüyor.
Manifestoda sık sık herhangi bir örgütün üyesi olmadığını tekrarlıyor ama yazdıklarından Amerikan aşırı sağından, beyaz üstünlükçü fikirlerden çok etkilendiği anlaşılıyor. Zaten gün boyu Amerikan demokrat çevreleri bu tehlikeye dikkat çektiler.
Kendine öncü olarak kabul ettiği kişi Sir Oswald Mosley. Mosley, 30’larda İngiliz İşçi Partisi’nde bakanlık yapmış, sonra adı başbakanlık için geçerken istifa edip İngiliz Faşist Birliği’ni kurmuş, İngiliz faşizminin öncüsü.
Önce komünist, ardından anarşist, sonra liberteryan olduğunu söyleyen katil son olarak kendisini Eko-faşist olarak tanımlıyor.
Zaten manifestosunun kapağındaki logo da eko-faşist olarak bilinen grupların logosu.
Yine kapakta “Yeni topluma doğru” sloganıyla tarif ettiği eko-faşizm “ekolojist, işçi haklarının gözetildiği, neslin korunduğu, serbest piyasanın insafına terk edilmemiş, anti-emperyalist” bir beyaz faşizmi ütopyası.
Tuhaf bir şekilde siyasi ve sosyal değerlerine en yakın bulduğu ülke ise Çin Halk Cumhuriyeti.
Farklı kültürler ve ırklar için bir erime potası olduğu için tehlikeli bulduğu ABD’yi ise “balkanlaştırma” dediği bir iç savaşla ırksal olarak bölmeyi hayal ediyor. Bu eyleminin bunu tetiklemesini umuyor.
Bir lider olarak olmasa da beyaz kimliğin öne çıkmasının sembolü olarak Trump’ı, Brexit’i destekliyor. Radikalleşmesini sağlayan kişi olarak 30 yaşındaki ABD’li siyahi muhafazakar aktivist Candace Owens’ı göstermiş.
Manifestoda dört gruba seslenmiş. Muhafazakarlar, dindarlar, Markistler ve Türkler.
Muhafazakarlara çok kızgın, çünkü ortada muhafaza edilecek “ne ülke, ne ırk, ne din kaldı, artık sizin devriniz bitti” diyor.
Dindarlar ve Papa’ya hiçbirşey yapmadığı içim kızıyor.
Marksistler, anti-faşist gruplara “kafanızı botumla ezmek istiyorum, sokaklarda görüşürüz” diyecek kadar öfkeli.
Ve dün Türkiye’ye gelip kaldığı ortaya çıkan katilin takıntılı olduğu anlaşılan Türkler.
Türkleri, Boğaz’ın doğu tarafında barış içinde yaşayabilirsiniz ama Avrupa tarafında geçerseniz, Constantinople’e gelip minarelerinizi yıkarız, Ayasofya’yı da minarelerden kurtarırız diye tehdit ediyor, “Hala şansınız varken, kendi ülkenize dönün” çağrısı yapıyor.
Üç kişilik de bir ölüm listesi yapmış.
Listenin tepesinde Merkel var. “Anti-beyaz, anti-Alman herşeyin anası” dediği Merkel’e, mülteci politikası için “Avrupa’yı ırksal olarak insanlarından temizleyen kişi” diyor.
Listenin ikinci sırasında “Halkımızın en eski düşmanının lideri, Avrupa’daki en büyük müslüman grubun lideri” dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan var.
Listenin üçüncü sırasında ise Pakistan asıllı Londra Belediye başkanı Sadiq Khan. “O koltukta oturması Avrupa’nın işgalinin sembolü” ona göre.
74 sayfalık bildiri faşist, ırkçı bir metin ama Hristiyanlığa bir vurgu yok.
Zaten “Hristiyan mısın” sorusuna verdiği cevap “Bu biraz karışık. Öğrendiğim zaman size de söyleyeceğim.”
“Müslümanlardan nefret ediyor musun” sorusuna ise şöyle demiş “Kendi ülkelerinde yaşayan Müslümanlardan hayır, ama bizim ülkemizi işgal edenlerden, evet.”
“İslamofobik misin” diye kendine sormuş, cevabı “İslam’dan korkmuyorum yüksek doğurganlık oranları yüzünden diğer insanlar ve inançların yerini alıyorlar.”
Manifestosunu “Valhalla’da görüşeceğiz” diyerek tamamlaması da saldırganın Pagan eğilimlerine işaret ediyor. Valhalla, İskandinav pagan inancında ölen savaşçıların, Tanrı Odin'in de evi olan Asgard'da gideceği görkemli salon.
Bir yerde tapınak şovalyelerinden ruhunu taşıdığını söylese de ekolojik duyarlılıkları olan, kapitalizme, büyük sermayeye karşı, işçilerin haklarını savunan, steril, Batılı, Aryan bir toplum hayal eden seküler bir ırkçı terörist var karşımızda.
Tam da bu yüzden çok daha tehlikeli, tahmin edilmez, herhangi bir ahlaki bağlamı yok, internette benzer aşırı sağ ideolojilerle beslenen başka örneklerle de tekrarlanabilir bir terör saldırısı bu.
Manifestosunda selam gönderdiği Norveç’te yine böyle bir manifestoyla katliam yapan Brevik’ten etkilendiği belli. Silahına kazıdığı isimler arasında daha önce İsveç’te, Kanada’da Müslümanlara ve göçmenlere saldırılar düzenlemiş başka teröristlerin adları var. Yani bu terör saldırısı başka saldırıları tetikleyebilir.
Katliama giderken arabasında Sırp Çetniklerin Karadziç’i övdüğü bir şarkıyı çalmış. Sırp Çetniklere hayranlığının sebebi de Avrupa’yı Müslümanlardan temizlemeye çalışmaları. Müdahale edip bunu durdurduğu için NATO’ya da çok kızgın.
Avrupa’daki “işgalcilerle” savaşına tarihten de örnekler ve kahramanlar bulmuş. Silahına 732 Tours, Endülüs Emevileri'nin Avrupa’daki ilerleyişinin durduğu tarihi, 1683 Viyana, Osmanlı'nın Avrupa'daki ilerleyişinin durduğu tarihi, Birinci Kosova Savaşı’nda Birinci Murat’ı şehit eden Sırp Miloş Obiliç’in, Osmanlı’ya karşı ayaklanan Arnavut Beyi İskender’in, Emevileri yenen Charles Martel’in, Türk esirleri Kıbrıs’ta öldüren Venedikli komutan Bragadin’in adını kazımış.
Bütün bu referanslar, dehşet yaratan terör eylemi ve teröristin kendini koyduğu tarihi bağlam aslında ezeli ve ebedi bir savaşa çağrı.
Bu çağrıya karşılık vermek, 28 yaşındaki bir teröristin tarihsel hesaplaşma davetine icabet etmek, tam da bu katilin manifestosunda bu terör eylemiyle yapmak istediği kutuplaştırmada onun istediği yerde durmak demek.
Batılı şehirlerdeki IŞİD katliamlarından sonra, Trump, Murdoch ve benzer aşırı sağ çevrelerin bizi çok rahatsız eden “İslami terörizm” adlandırmasına karşı nazire yaparak bu saldırıya “Hristiyan terörizmi” demek de aynı tuzağa düşmek, onlarla aynı yerde buluşmak anlamına gelir.
Böylece çok haklı bir itiraz olan “bir dinin adı bir terör eylemiyle anılamaz” ilkesinden de feragat edilmiş olur.
Halbuki, terörle gelen savaşa davete icabet etmemek, bu ırkçı tezlerin üzerine kurulduğu insanlığın asla değişmez aktörler arasında, ezeli ve ebedi bir savaş içinde olduğu varsayımına itiraz etmek, bu terörist saldırıya yüksek sesle karşı çıkan Batılı siyasetçiler, aktörler, entelektüelleri ırkçı, göçmen karşıtı, İslamofobik dalgaya karşı cesaretlendirmek, işbirliğine çağırmak bu katillerin manifestolarını çöpe çevirir. Bu tavır, Batılı ülkelerde yaşamaya devam edecek milyonlarca Müslümanın da hayatını kolaylaştırır.
“Hristiyan terörü” diyerek rövanşı almış olmayız, karşı çıktığımıza benzemiş oluruz. İşte esas o zaman kaybederiz…