Belli ki hem gündelik hem de asırlık dertlerimiz var; dertlerimizin de sebepleri! Bu dertlerimiz ve sebepleri, gündelik yaşamımızla son derece ilgili; yaşamda kendimiz, içinde bulunduğumuz topluluk ve üzerinde doğduğumuz dünya ile alakalı. Bahsi edilen bu dertlerimizin en önemlilerinden biri, düşüncede ve karar vermede kullandığımız yöntemlerden uzmanlık, yol açtığı körlük ve mümkün kıldığı klancılık. İhtisas fikrinin akademik dünyada olmazsa olmaz görülmesi ve bir zaman sonra da tefekkürde yıkıcılığa yol açması. Körlüğün ise bilgi üretim mekanizmasında klancılığa sebebiyet vermesi ve bunun böyle bir kısır döngü içinde sürüp gitmesi. Daha da acısı mucidi terk ederken bizim sürdürmekteki ısrarımız.
Dertlerimizi anlamlı kılmak için epistemik bir yol takip ediyoruz. Dertlerimizi anlamaya yönelik olarak formülasyonlar geliştiriyoruz. İlişkiler kurarak öncelik sonralık yahut önem az önem sıralamaları yapıyoruz. Böylece sınırlar içinde hareket edebileceğimiz bir usul üretmiş oluyoruz. Usul ise olan biteni anlamada bize bir mecra oluyor. Eğer, ne usul ne de anlama çabasından eser yoksa sıkıntıların kaynağını buralarda aramak gerekiyor. Şimdi dönüp hepsi birbiriyle alakalı olan toplumsal, siyasi, ekonomik, kültürel, ahlaki ve diğer alanlardaki göreceli kaygıları hatırlayalım.
Düzen kurmadaki yüzyıllık başarısızlık neden süreklilik arz ediyor? Neden işler bir intizam halinde yürütülemiyor? Hiç kuşkusuz bu durumun dış etkenlerden daha çok bizim nasıl iş yaptığımızla kuvvetli bir irtibatı mevcut. İş yapma biçimimiz ise nasıl düşündüğümüz ve tahayyül ettiğimizle ya da edemediğimizle bağlantılı. Anlamsız yere cedelleşmeye ne gerek, ne mahal, ne de zaman var! Bu çerçevedeki sıkıntılarımızın kaynaklarından biri de ilimdeki ihtisasa vurgunluk derecesinde önem atfedişimiz.
İhtisasın 19. yüzyıl ile 20. yüzyılda Batı'daki konsensüs ve işbirliği neticesinde kazandığı ivmeye başka yerlerde rastlanmıyor. Kötü ve başarısız bir taklit olarak Batı'daki işlevini hem tarih hem de gelenek bağları yüzünden hiç bir zaman bizde kazanamamış olduğu tecrübeyle sabit. Osmanlı deneyiminde, bir bilimler tasnifi olan Mevzuatü’l-ulum’da da görüleceği üzere böylesi bir ihtisasa yer yok. İlimlerin ayrışmasıyla birlikte alt bölümlerden oluşması Batı’daki ihtisasın bir benzeri değil. Tasnifi’l-ulum ise özgünlüğü ve beslendiği tek kaynaktaki yöntem yüzünden uzmanlıktan farklı bir deneyime karşılık gelmekte. Bu yüzden artık Batı aklının bile terk ettiği bu metodolojik tercihte ısrar etmenin bir anlamı bulunmamakta.
Uzmanlaşmak hayatı anlamanın en emin yollarından biri midir? Pekiyi ihtisas nedir? Nedir bu ihtisas? İhtisas ya da uzmanlık, bugünkü sözlüklerde, sınırları belli bir bilim dalında derinlemesine bilgi ve tecrübe sahibi olmak anlamına gelmektedir. Görüleceği üzere hem bilgi hem de deneyim, uzmanlığın kendisini meydana getirir. Kelimenin kendisinden de anlaşılacağı üzere tek bir alandaki derinlemesine bilgi uzmanlık anlamına gelir. 19. yüzyılın yoğun deneycilik döneminde mikro düzeydeki bilginin önemli ve öğretici olduğunun düşünülmesi uzmanlaşmayı adeta mecbur etmiştir. Oysa bir zaman sonra, dar bir alanda derinlik sağlandıkça, diğer alanlarla olan bağlantılar önce kaybedilmiş sonrasındaysa iyice görünmez olmuştur. İlmin derin olduğu düşünülen kısmına inildikçe geride kalan bağlantılardan uzaklaşılmış, uzaklaşma sürdükçe de bütüne olan mukayese becerisi kaybedilmiştir. Bunlar olurken derinleşme sürdükçe, diğer taraftan, alanın derinliklerinde yatan yeni alanlar ortaya çıkmış ya da çıkarılmıştır. Böylece yeni alt bölünmelerin birbirini takip etmesine zemin hazırlanmıştır. Bölünme ve alt başlıklar gelişerek ortaya çıktıkça her bir üst ana başlık birer ana gövde halini almış sonuç olarak mikro düzeydeki müdahalelerle elde edilen bilgi ve malumat külli olana bağlı ihtiyaçların giderilmesinde ve sorunların bertaraf edilmesinde yetersiz kalmaya başlamıştır.
Batı’nın dolaylı da olsa başarısı ve ihtisasın mucidi olmaklığı aklımızı perdeleyebilir. Zira özellikle Batı’nın maddi dünyadaki başarısının tekniğe ve tekniğin de ihtisasa yönlendirilmesi gibi bir meylin bahsi bile lüzumsuzdur. Çünkü aslen ve bizzat böyle bir analojinin kurulduğu ispata yer bırakmayacak denli nettir. Ne var ki Batı’nın bu alandaki başarısının ihtisastan kaynaklanıyor olduğu algısı iki bakımdan izaha muhtaçtır. Öyle ki bu ikisinin de Şark’ta kültürel ve kurumsal bir karşılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla kötü taklidin, mukallitliğin de önüne geçerek bir parodi haline dönüşüvermekte olduğu tartışılmalıdır. Batı’nın uzmanlık alanındaki 19. yüzyılın başarılı sonuçlarının zamanla tavsadığını fark etmesi önemlidir. Bilhassa epistemoloji, dolayısıyla felsefe ile ekonomi alanlarında bu duruşa getirilen köklü eleştiriler Batı’da bir dönüşümün nicedir yapılmaya başlandığının işaretleriyle lebalep doludur. Buna karşın Şark’ta ihtisasın ululanmasıyla karşı karşıyayız. İhtisasın genel anlamda toplumsallıktan da çıkıp ilerlemiş bir süreç olarak bilimsel körlüğe evrildiğini görmek çok mu zor? Buna şakkü’l-insan da deniliyor. Diğer bir deyişle insan bilincinin ikiye yarılması durumu.
İhtisaslaşma klanlaşmaya yol açmaktadır. Klanlaşma ise ihtisası kuvvetlendirmektedir. O yüzden klanlaşmadan ve katı hiyerarşiden vazgeçilmemesi ihtisası zorunlu kılmaktadır. İhtisas ise dar bir alanda mensupları ve kontrol edilmesi gereken kimse ve düşünceleri sınırlamakla meşgul kılınmaktadır. İhtisas fikri ile klanların oluşması ilmi mitlerin yaygınlaşmasına da zemin hazırlanmış olabilecektir. Klanlaşmadan vazgeçilebildiğinde bilimin tam olarak anlaşılmasına imkan da tanınmamış olacaktır. Zira hem gelenek hem de maddi varlığın anlaşılmasıyla alakalı olmasına karşın bilerek ya da bilmeyerek bir sınıra dahil edilmesi ilmin kadükleşmesine, diğer açılardan ilmin bir varlık meselesi olarak anlaşılamamasına da yol açabilmektedir.
Batı’da sosyal bilimlerin fen bilimlerinin ardından ortaya çıkması stratejik bir dönüşüm anlamına gelmelidir. Sosyal bilimler, 19. yüzyıldan sonra fen bilimlerindeki göreceli başarı ve yeni buluşların yan etkilerinden olmuştur. Öyle ki olayları ya da meseleleri ayrı ayrı ve laboratuvar ortamında inceleyip bir sonuca varmanın başarısı cezbedici bir hal almıştır. Dünyanın maddi düzeninin anlaşılmaya başlanması metodolojinin değişmesiyle mümkün olmuşsa da değişimin de metodolojiyi değiştirdiğinden dem vurulabilir. Zira fen bilimleri ile ortaya çıkarılan ve değişmez olduğu düşünülen kural ve kanunların benzerlerinin sosyal ilişkilerde de bulunabileceği öngörüsü ihtisaslaşmayı güçlendirmiştir. 19. yüzyılda hukuk ve bir ölçüde de teoloji dışındaki bilim dalları böyle böyle ortaya çıkmıştır.
İhtisaslaşmanın kökünün 16. yüzyıla götürülebilmesi mümkünse de uzun uzadıya tartışılmasının bir anlamı yoktur. Ancak bir kaç hususu hatırlatmak tartışmanın sıhhati bakımından yerinde olacaktır. En azından Avrupa'da bilginin temel üretim mekanizması Osmanlı ve diğer İslam coğrafyasındaki gibi hukuk olmuştur. Hukukun dışında, tıp, ayrı bir bölüm olarak üniversitelerde tahsil edilmekteydi. Aslında bu hususun da en azından Osmanlı pratiğinin tekrar tartışılması gerekiyor. Bilgi üretim merkezleri olarak üniversite ve medreselerin tek disiplinli olduklarını iddia etmek mümkün. Sonuç olarak o dönem için bunun değerli bir anlamı da bulunmakta. Ancak Avrupa için gelenekten gerçek anlamdaki ilk kopuş Protestanlığın ortaya çıkması ile vuku bulmuştur. Önce Almanya sonrasındaysa Flanders, Brabant ve Britanya adasında teoloji, hukukun yanı sıra okutulmaya ve bilgi biriktirilmeye başlanmıştır. İkinci dönüşüm fakülteleşmeyle ortaya çıkmış, ihtisaslaşma meselesi ise Wilhelm von Humboldt ile Johann Fichte eliyle üniversitede uygulanmaya konulmuştur. Sonrasındaysa zaten ihtisas olmazsa olmaz bir kaideye, sözüm ona, vazgeçilmez ilahi bir niteliğe büründürülmüştür. Bu bürünüş Osmanlı topraklarında Darülfünun ile görünür olmuştur.
Osmanlı Devleti’ndeyse 19. yüzyılın ortalarında başlayan girişimlerle Darülfünun'un farklı şubeler halinde örgütlenmesi ihtisasın makul gerekçelerini inşa etmiştir. Bu inşa bir sebep değil bir sonuçtur. Bununla birlikte Osmanlı Devleti sınırları içinde ihtisasın daha önce kendisini sağlam temellerle zihinlere yer etmesini sağlayan girişim hiç kuşkusuz askeriye içindeki ıslahat çalışmaları olmuştur. Zira klasik bir izah olmakla birlikte Avrupa'da kuvvetli ordularla karşı karşıya kalan Osmanlı ordusunun genel anlamdaki başarısızlığına çare, ordudaki ıslahatta aranmıştır. Bunun için Avrupa’dan yeni teknikleri bilen mütehassıslar ithal edilerek işe başlanmıştır. Bu türlü girişimlerin kısmen başarılı olduğu da söylenebilir. Bu kısmi başarı diğer yandan devletin farklı bir idari yapılanmaya gitmesini de gerekli kılmıştır. Darü'l-hilafeti'l-aliyye Medreseleri, Medrese-i Hattatin, Medrese-i Mütehassisin ve Medresetü'n-Nüvvab'lar bu türlü bir uzmanlık ve işlerin ayrılarak görülmesi fikrinin zorunlu hale gelmesi yüzünden idari anlamda ortaya çıkmış kurumlardır. Elbette Batı ile olan münasebetlerin beraberinde bu türlü düşünce tarzlarını getirdiğini düşünmek yadırgatıcı olmamalıdır. Zira Şura-yı Devlet, Meclis-i Mebusan gibi idari unsurlar da hep bu türlü münasebetler ve çağın ihtiyaçları neticesinde görünür olmuşlardır. Neticede belli alanlarda uzmanlık sahibi olmanın iyi bir şey olduğu düşüncesi Avrupalı örneği ile genel anlamda uygulama alanı bulabilmiştir.
İdari, mali ve askeri işlerde uzmanlık fikrine ihtiyaç duyulmaya başlanması, beraberinde, Mülkiye, Askeriye ve Tıbbiye gibi kurumsal teşkilatların ortaya çıkmasını zorunlu kılmıştır. Sonrası ise az çok genel anlamda bilinmektedir. Tüm bunların Avrupa'nın harp sahalarındaki başarısıyla bir ilgisinin olması gerekir. Osmanlı zihninden uzaktaki bir alana düşmekte olan Avrupa ise, bu dönüşümü, ilgili bölümde de değinildiği üzere farklı gerekçelerle yaşama geçirmiştir. Ne var ki Osmanlı kendinden bekleneni yaparak zamanın gereklerine uygun bir şekilde davranmış ve önlemlerini alarak idari yapısını dönüştürmüştür. Avrupa 16. yüzyıldan başlayarak dünyayı ve içinde bulunduğu evreni anlamada temel parametre olarak geometri ve ampirizmi kullanmıştır. Zira Kartezyen düşünceden başlayarak neden sonuç ilişkilerinin belirleyici olduğu bu yeni düzende ihtisas, öncelikle bütünü oluşturan ayrıntıların anlaşılmasını hedeflemiştir. İtalyan ve İngiliz bilim derneklerinde bu ayrıntılar üzerinden giderek bütünü görmek düşüncesinde olan yüzlerce bilim adamı uzmanlık alanlarını inşa etmişlerdir. Zira bunun olmasından daha doğal bir şey tahmin edilemezdi zaten. 16. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılda doruğa erişmiş bulunan ampirist zihnin dünyada olan biteni, doğayı, dolayısıyla evreni anlamada bütüncül yaklaşımın teknik anlamda mümkün olmadığını anlaması önemlidir. Laboratuvar ortamına aktarılabilecek denli dar bir kapsam içinde bulunması düşüncenin bir gereği olmuştur. Böylece dar alanlardaki araştırmalar neticesinde ortaya çıkan bilgilerin çoğalması yeni alt bölümlerin ihdasını gerekli kılmıştır. Buna karşın Osmanlı zihin dünyasında hukuk tıpkı 16. yüzyılın Avrupa zihin dünyasındaki gibi temel bilim olarak kendini muhafaza etmeyi sürdürmüştür. İlimlerin sınıflandırılması bu düşünce biçiminin en somut örneği olarak dikkat çekmektedir. Osmanlı zihninde akli ve nakli ilimlerin her ikisi de hukukun parçalarındandır. Bu durumun en güzel örneğini matematik bilmeyen kadı hikayesinin anlatıldığı Katip Çelebi'nin Mizanü'l-hak fi İhtiyari'l-ehak isimli eserinde görmek mümkündür.
Batı için genel görüntü zamanla Osmanlı ve sonrasına göre oldukça değişmiş ve farklılaşmıştır. Batı ve ihtisas konusunda cedelleşerek örnek verileceği vakit farklı alanların nasıl bir hedefte birbirlerinin boşluklarını doldurabildiklerini hatırlamak gerekir. Böylece farklı alanlardan, alanların alt bölümlerine doğru ilerleyen bir işbirliğinden söz edilebilir. İhtisasın ortaya çıkardığı körleşmenin öyle ya da böyle farkında olan Batı’nın bu durumun üstesinden başarılı bir eşgüdümle geldiğini söylemek göreceli de olsa mümkündür. Bu alandaki en önemli işaret üniversitelerle formasyon dışı eğitim kurumlarında interdispliner alanların doğmakta olmasıdır. İnterdisipliner alanların ortaya çıkıyor olması Batı’daki ağır ihtisas havasının dağılmakta olduğuna delalet edebilir.
Batı dışındaki bilgi ve bilim merkezlerinde üretilen bilgilerin de ithal edilerek kullanıma sokulması üzerinde özellikle durulmalıdır. Pozitivist bilim uygulamalarının sıkı sıkıya takip edildiği yerel kurumların aksine Batı üniversitelerinde, misal olarak, artık akupunktur da dahil pek çok tıbbi tedavi yöntemi resmi olarak öğretilmeye başlanmaktadır. Daha belirgin bir şekilde ifade edilmek gerekirse Batı dışı tedavi yöntemlerinin bazıları Batı üniversitelerinin müfredatına sokulmuş haldedir. Öyle ki bu tedavi yöntemleri Batı tıbbındaki gibi maddi bir eksiklik ve aksaklığın ilaçla ya da cerrahi müdahalesinden farklı yöntemleri kullanmaya seçebilmektedir. Buna karşın akupunktur ve benzeri tedavi usullerinin memleketimizdeki üniversite ders programlarına sokulmasına ilişkin bir girişim ne yazık ki köklü gelenekler yüzünden mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte misal olarak Alman heilpraktierlerin uyguladığı tedavi biçimi kendine devlet sağlık sigortasında yer bulabilmekte ve bu teknikle tedavi olmak isteyenlerin masrafları karşılanabilmektedir.
Batı'daki ihtisastan sapmanın pek çok işaretleri görülmekle beraber zirveye Gülbenkyan Raporu ile erişilmiştir. Aslında bizzat raporu yazanların oluşturduğu ekip buna şahittir. Öyle ki Gülbenkyan Raporu'nu hazırlayan grubun içinde felsefeciler, sosyal bilimciler yanında tabii bilimciler de mevcuttu. Yapılan oturumların sonucunda ortaya çıkan sosyal bilimlerin önünün açılması değildi. 19. yüzyılda ampirizm ve pozitivizmin cevapsız bıraktığı sorular çoğalınca fen bilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan sosyal bilimlerde de yeni arayışlar kendini göstermiştir. Bu bağlamda sosyal bilimler başta olmak üzere bilimin nasıl eklektik bir boyut alacağı üzerinde durularak interdisipliner çalışmaların mecburiyeti ortaya konmuştur.
Yanlışta ısrara etmek doğru bir davranış tarzı değildir. Eğitim bu yüzden önemli bir evreye karşılık gelmektedir. Kitlesel eğitimden ayrı olarak ihtiyar mekanizmasını harekete geçirebilecek bir taakkul eğitimi çok sıkıntının üstesinden gelinmesine vesile olur. Son tahlilde eğitim bir davranış değişikliğidir. Derin bir Batı düşmanlığı yahut Batıperestlikten ayrı olacak şekildeki düşünme mekanizmalarını harekete geçirmek arzu edilen davranış değişikliğine yol açabilecektir. Evreni parça parça anlamanın bütüncül bakışa imkan tanımayacağı meydandır. Manevi kaynakların da içinde barındırdığı evrene yönelik bütünlüklü bakış bir şekilde yeniden uygulamaya sokulmalıdır. Aksi halde söylenecek ne varsa yetersiz, eksik ve süreklilik arz etmeyecek bir düşünme metodolojisine devamla yetinilecektir. Bu durum ise ihtisasın gerekli kıldığı dar çevreli mesleki düzeni devama zorlayacaktır. Dolayısıyla dar alandaki yed-i tulalık bütünü anlamak söz konusu olduğunda yerini cehalete bırakacaktır. Öyle olunca öğrenilmiş cehaletin katmerleşerek güçlenmesi kaçınılmazdır. İhtisastan mütevellit bilimin ve bilginin kontrolü klanların da devamını mümkün kılacaktır. Klanlar ise başka bir dert kaynağı olarak hakikate perde olabilecektir. Her iki yol da kadük olup geleneğimize ve manevi kaynaklarımıza muhaliftir. Dertlerimizin bir kaynağı da işte bu yüzden bunlardır! İhtisası Batı aklının artık geride bıraktığı şekliyle yüceltme, ululama ve tek yol olarak görmeyi sürdürmekten hızla vazgeçmek gerekmektedir. Bunu yaparken sıkı kontrol mekanizması olarak bilgiyi dar bir kadro içinde üretmek, dağıtmak ve kullanmak anlamında klanları ya da kabileleri inşa etmekten de uzaklaşmak gerekir.