Hukukun ne olduğunu, başka bir deyişle neye hizmet ettiğini açıklamaya yönelik çeşitli teoriler var. En ilginçlerinden biri, hukukun egemenin (güçlü olanın) iradesini yansıttığı ve menfaatlerini koruduğu tezi.
Bu görüş genellikle Marksizm ile ilişkilendirilir. Marksistlere göre, “burjuva toplumunda” hukuk burjuvazinin toplum — daha doğrusu proletarya — üzerinde tahakküm kurma aracıdır. Burjuva sınıfı hukuk kurumuyla egemenliğini tesis eder ve çıkarlarını korur. Bu çerçevede, söz gelimi, mülkiyeti kuran ve koruyan kanunlar mülk sahiplerinin menfaatine, diğerlerinin zararına işler.
Bu yaklaşıma Antik Yunan’da da rastlıyoruz. Platon’a göre bir devletteki egemen unsur kendi yararına kanunlar yapar. Platon’un Devlet adlı eserinde kaba bir Sofisti temsil eden Thrasymakhos, her siyasî yönetimin kendi yararını gözeterek kanun çıkardığını söyler. Yöneticilerin kendi lehlerine kanunlar yapıp, bu kanunlardan sapanları kanunu ihlâl edenler olarak takip ettiğini (olumlayarak) vurgular. Sokrates’e de, adaletin güçlünün çıkarına olduğunu söyletir. Platon Kanunlar adlı kitabında da aynı görüşü genel olarak benimsenen fikir diye sunar.
Hukukun pratikte güçlüyle zayıfa mükemmelen eşit ve âdil işlediğini iddia etmek zor. Dünyanın her yerinde güçlülerin (daha doğrusu avantajlıların) güçsüzlere (daha doğrusu avantajlılar arasında olmayanlara) karşı yargıda “daha iyi” muamele gördüğüne dair pek çok örnek verilebilir. Mahkemelerde tahsil, iyi görünüm, güzellik, mevki, zenginlik vb. sanığa kimi avantajlar sağlayabilir.
Ancak, hukukun hikâyesinin tümü açısından bakıldığında, güçlülerle hukuk arasında Marksistlerin ve bazı Antik Yunan düşünürlerinin kurdukları ilişki yanlış, hattâ gerçeğin tam tersi. Hukuk, eğer gerçekten hukuksa, güçlünün değil zayıfın yanında. Bunu hem tarihî verilerle ispatlamak hem de akıl yürütmeyle anlamak mümkün.
Bu tezi savunanlardaki kafa karışıklığı, meseleye kısa vadeli bakmalarından ve modern toplumda hukukun parçası olarak görülmeyi hak eden kanunlar ile pratik hedef ve ihtiyaçlara yönelik mevzuat parçalarını birbirinden ayırmamalarından kaynaklanıyor. F. Hayek’in lisanıyla söylersek, kanun adı verilen her şeyi kanun sanmalarından ve kanunlar ile ayrımcı regülasyonları birbirine karıştırmalarından zuhur ediyor.
İnsaflı olmak için Marksistlere çok yüklenmemek veya eleştiride onları yalnız bırakmamak lâzım. Marksizmin teorik zayıflığı ve Marksistlerin naifliği malûm. Fakat önceki paragrafta eleştirilen yanılsama sadece onların heybesinde yer işgal etmiyor. Marksizm ile görünürde hoş geçinmeyen çevrelerin dağarcığında bile mevcut.
Kanun adını hak eden kanun ile kanun adını hak etmeyen (sözümona) kanun arasındaki farkı, Ticaret Kanunu ve Sosyal Güvenlik Kanunu örneğiyle açıklayalım. TK insanların ticarî ilişkilerini düzenler. Bir banisi yoktur. Binlerce yıl içinde insanların karşılıklı etkileşimleriyle varlık alanına girmiştir. İnsanlar arasında pozitif veya negatif ayrımcılık yapmayan, kim için nasıl sonuç vereceği önceden bilinmeyen kuralları ihtiva eder. SGK TK’nın özelliklerinin çoğuna sahip değildir. Tüm toplumu kapsamaz. En azından sosyal güvenlik kurumlarına üye olanlar ile olmayanlar arasında ayrım yapar. Kısa bir tarihi vardır, yapıcıları bellidir. Geri çevrilmesi mümkündür. TK’nun ortadan kalkması toplumsal hayatı akamete uğratır. SGK’nın ilgası aynı sonucu yaratmaz.
Esasen güçlünün genel, soyut ve eşit kurallara — yani kanunlara — ihtiyacı yoktur. Güç ona istediğini yapma imkânı verir. Asıl zayıfın hukuka ihtiyacı vardır. Zayıf, gücün keyfî kullanımına karşı hukukla korunabilir. Nitekim hukuk tarihi, özellikle Antik Yunan ve Roma’dan itibaren hukuku yazılı ve dolayısıyla güçlü tarafından istismar edilemez kılma talebinin zayıflardan geldiğini gösteriyor. Hukukun bunu ne ölçüde gerçekleştirdiği tartışılır. Ancak hukuk adını hak eden hukuk, güçlünün değil asıl zayıfın aracı ve sığınağıdır.