İlk mektebin birkaç senesini İstanbul’da okuduğum veletlik günlerimde, kimi zaman annem beni elimden tutar Beyoğlu’na gezmeye götürürdü. Kadıköy’den vapura binip Karaköy’e geçer, oradan da tünel vasıtasıyla İstiklal Caddesi’ne çıkardık. Vapurdan inip tünele yürürken, Karaköy’ün ara sokaklarını fonda seyyar satıcıların bağırışlarıyla geçerdik: “Malboro var Kent var, Malboro var Kent var…” Malum, 70’li seneler; milli sigaralarımız Maltepe – Samsun, yabancı sigara satışı yasak ve el altından yapılıyor. Üç beş adım daha atınca bu kez küçük, ahşap bir tezgâhın başında duran adamlar durmadan aynı kelimeyi tekrarlardı: “amor, amor, amor…”“Malboro var, Kent var”a eyvallah ama şu “amor, amor, amor…”un ne olduğunu bir türlü anlayamazdım. Ve maalesef, yine bir vapur macerasından sonra, Kadıköy–Bahariye hattında çalışan o şahane eski Amerikan dolmuşlardan birine bindiğimizde anneme gayet yüksek sesle soruvermiştim: “Amor ne demek anne? Ne satıyodu o adamlar?”Derin sessizlik, annemin yanaklarının al al olması, yolcuların utangaç gülümsemeleri… Ve nihayet “müsait bir yerde” diyen birisi sayesinde eski Amerikan’ın homurdanarak durmasıyla o “ayıp” sorunun etkisinin dağılması…Azıcık daha büyüyünce öğrenmiştim işin aslını; o adamlar prezarvatif satıyordu ve “amor”, yani aslında Fransızca “L’amour” aşk demekti. Hâlâ velettim ve şöyle düşünmüştüm: Demek bu prezervatif denen şeye adını Fransızlar vermişti, demek o adamlar “aşk, aşk aşk…” diye bağırıyorlardı; peki o zaman bunu sormak neden ayıptı?Bu topraklarda büyüyen biri olarak o sorunun cevabını yaşayarak öğrendim elbette. Ve buna bağlı olarak öğrendim ki, insanlar ömür boyu aşık olma potansiyeli taşıyanlar ve maalesef bundan yoksun hale gelenler şeklinde ikiye ayrılıyordu. Kimileri için her şey bir insanı sevmekle başlıyor, kimileri için bir insanı sevmekle bitiyordu her şey. Kimileri aşık olan, olabilen şanslı kullar; kimileri plastik aşklarla idare ederek hayatını tüketenlerdi.Neyse, neyse… Biz memlekette “denetimli serbest ilişkilerimizi” sürdüreduralım, duydum ki aşktan sorumlu memleket Fransa’da adamın biri aşık olmuş. Senelerdir gazeteci sevgilisiyle birlikte yaşayan bu adam, şimdi evinden çıkıp Scooter’ına atladığı gibi soluğu yeni oyuncu sevgilisinin yanında alıyormuş.Ancak bu adam memleketin Cumhurbaşkanıymış. Ve bir dergi onu başında motorsiklet kaskıyla yeni sevgilisinin evine girerken görüntülemiş. Sonra ne mi olmuş? Zaten bizim için enteresan olan da burası. Cumhurbaşkanı olan, 60’ına merdiven dayamış bu adam hiç kıvırmadan “ben de neticede adamın biriyim, benim de herkes gibi özel hayatımın mahremiyeti var” minvalinde yaptığını savunmuş. Fransız halkı olayın skandal boyutuna ilgi göstermeyip adama hak vermiş. Fransız siyasiler “özel hayatın mahremiyetine” saygı demiş. Yani bu vakada da Fransa’da “L’amour” kazanmış.Ve fakat bizim medyadaki haberlere bakılırsa, o adamın “yasak aşkının” derdi bizim memleketi germiş. Çünkü adam ocak ayı sonlarında Türkiye’ye gelecekmiş; peki first lady olarak acaba yanında kimi getirecekmiş? Yeni sevgilisini mi, yoksa eskisini mi? İki ucu “yasak aşklı” değnek diye buna denir di mi ama? Birisi yeni ve gizli sevgili, öteki eski ve aleni ama onunla da birlikte yaşıyor adam nitekim.Hayır, geriliyoruz çünkü gelip bizimkilerin güzel ahlakını bozacak bu Fransız. Halbuki bizim siyasetçiler küfürlü, kasetli, uçan tekmeli, dinlemeli, komplolu ne güzel geçinip gidiyorlar kendi aralarında.Bu Fransız adam ise inadına bağırıp duruyor, “L’amour, L’amour, L’amour…” diye.İyi ki AB ile müzakerelerde “aşk başlığı” yok…
İnadına ‘L’amour’ diyen adam bizimkilerin ahlakını bozar mı?
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik