Dünya çapında önümüzdeki 5 yıl içinde gözlemleyeceğimiz majör politik trendleri anlamak için, bu dönem İngiltere siyasetini takip etmenizi öneririm. Komşu ülkelerde yeni hükümetler kurulup (Hollanda) hızlıca devrilse de (Fransa), İngiltere’deki durgunluk aslında fırtına öncesi sessizlik. Görünürde pek de kayda değer bir şey yok. Daha geçtiğimiz sene, Keir Starmer önderliğinde İşçi Partisi ezici bir çoğunlukla hükümete geçti ve 14 senelik Muhafazakâr Parti egemenliğini bitirdi. Şimdiki kaos tablosu tam da bu zaferle başlamış oldu.
Çoğu yorumcuya göre, İşçi Partisi galibiyetini, Muhafazakâr Parti’nin çöküşüne borçlu. 14 yıllık hükmün ardından Muhafazakâr Parti’nin bıraktığı miras; ellerine yüzlerine bulaştırdıkları Brexit, sert tasarruf politikaları ve “marul skandalıyla” gündeme gelen başbakanlık görevlerinden ibaret.
Ancak siyasete yaptıkları en büyük hasar, şüphesiz aşırı sağ ile kurdukları ittifak oldu. Bu ittifak onlara Brexit sonrası seçim kazandırdı, ancak aşırı sağ politikaları da ana akım tartışmaların merkezine oturttu. Ve en nihayetinde, Brexit’in mimarı Nigel Farage, artan hayat pahalılığını göçmen karşıtı nefretle harmanlayarak, Muhafazakâr Parti’nin yarattığı bu yeni sağ seçmeni Reform Partisi’ne çekti. Merkez sağ böylece çökmüş oldu ve 191 yıllık Muhafazakâr Parti, günümüz anketlerinde dördüncü sırada yer alarak varoluşsal bir tehdide sürüklendi.
14 yıllık hüsranın sonucu olarak İngiliz halkının hükümete ana muhalefet partisini seçmesi pek de şaşırtıcı değil. İngiltere’de çok partili bir sistem var, ancak 100 küsur sene içinde İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti dışında hiçbir parti çoğunluk sağlayamamış. Çok uzak değil, henüz 2017 seçimlerinde bu iki partinin mecliste sahip olduğu toplam koltuk sayısı meclisin %80’inden fazlaydı. Bu ortamda İşçi Partisi’nin yüksek performansı hem muhalefete şans tanımak amaçlı hem de Reform’un oyları bölmesinden kaynaklı.
Seçim süreci boyunca İşçi Partisi, sol tabanını yabancılaştırmadan merkez bir çizgide durmayı tercih etti. Böylelikle yakın zamanda sağa kaymış Kuzeyli işçi sınıfı seçmenini bünyesine kattı. Bu seçim boyunca etkili bir stratejiydi, ancak hükümete geçtikten sonra gördüğümüz tablo, bu yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı yönünde.
Gazze savaşına olan tepkisizlik, iki çocuk yardım sınırı, tasarruf politikalarını devam ettirme kararı, mülteci ve trans karşıtı söylemlerle şu an hükümet sol bir parti gibi davranmıyor; aksine aşırı sağcı seçmene göz kırpıyor. Aşırı sağcı seçmen, İşçi Partisi yerine Reform’u tercih etmeye devam ediyor. O yüzden bu yeni sağ imajın tek becerisi, partinin Corbyn dönemi kemik kitlesi olan genç, şehirli, eğitimli sol seçmeni soğutmak.
Tüm bu gelişmeler, sıradışı anket sonuçlarına sebep oluyor. Sıradışı diyorum, çünkü modern İngiltere tarihinde ilk defa merkez partiler, bazı anketlerden üçüncü (İşçi) ve dördüncü (Muhafazakâr) sırada çıkıyor. Zirvede %30 bandında olan Reform var. Ancak Reform’un panzehiri sanılanın aksine İşçi Partisi değil, ikinci sırada yer alan Yeşiller. Henüz seçime 4 sene var; o yüzden bu bahsettiğim tablo her gün değişebilir, ancak İngiltere siyasetinin önümüzdeki dönem gündemi sağ faşizm ve ekonomik popülizm arasındaki çatışma olacak gibi duruyor.
Yeşiller, İşçi Partisi hükümete geçtiği dönemden itibaren istikrarlı bir şekilde yükselişe geçti; ancak yeni liderleri Zack Polanski’nin seçimiyle bu ivme daha da arttı.
Önceki yıllarda İşçi Partisi’ne benzer bir platforma sahipti, ancak Yeşilleri ayrıştıran temel değer, çevreci politikalara verilen öncelikti. Polanski liderliğinde parti, çevreci kimliğini kaybetmiyor; ancak çevreci politikaları ekonomik popülizmin bir uzantısı olarak görüyor.
Bu yeni çizgide hayat pahalılığı, servet ve miras vergilerini artırmak, daha insancıl bir göçmen politikası ana konu başlıkları. Sol fraksiyonda, özellikle eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in başarısız Your Party girişimi ardından boş bir alan var; Yeşiller bu alanı dolduruyor.
Geçtiğimiz günlerde Novara Media’nın Downstream podcast’inin canlı etkinliğine katılma şansı yakaladım. Etkinliğin asıl misafiri, teknoloji devlerinin hissedarlarına kâr etmeyi öncelik bilip kullanıcılarına düşmanca yaklaştığına dair araştırmalar yapan Cory Doctorow’du. Ancak Polanski, Doctorow’dan önce gazeteci Ash Sarkar ile ufak bir sohbete katıldı.
Etkinlikte Polanski’nin de olacağı açıklanır açıklanmaz biletler tükendi, çünkü etkinlik Hackney Belediyesi’ndeydi. Demografik olarak genç, eğitimli ve sol görüşlü bir nüfusa sahip olan Hackney, Yeşillerin şimdiden belediye meclis üyeleri çıkarabildiği ve son dönemde oldukça rağbet gördüğü bir yer. Üstelik Polanski de Hackney’de yaşıyor. Henüz Eylül ayında partinin başkanı olarak seçilen Polanski, son haftalarda sıkça kendini medyada gösterse de siyasette yeni bir isim. Büyük ihtimalle etkinliğe katılan birçok kişi, benim gibi, genç siyasetçiyi ilk defa canlı dinledi.
Polanski sohbete, Mamdani ve kendisini tiyatrocu geçmişiyle vuran bir yazıyı eleştirerek başladı. Polanski’yi son haftalarda yakından takip eden biri olarak Mamdani’nin ilk dakikalarda isminin geçmesine şaşırmadım, çünkü gerek seçim kampanyasıyla gerek de politik çizgisiyle Yeşiller liderinin Mamdani’yi örnek aldığı çok belli. Instagram postlarında sıkça beraber anılmaktan gurur duyduğunu belirtiyor; Mamdani’nin başarısını, kendi kampanyasının potansiyelini göstermek için kullanıyor. Peki bu iki siyasi figür birbirlerine benziyor mu?
Siyasi açıdan kesinlikle evet. Her iki ismin de kampanyasının merkezinde ekonomik popülizm ve hayat pahalılığı var. Sohbet sırasında “Faturaları düşür, milyarderleri vergilendir” Polanski’nin tekrar ettiği sloganlardan biriydi.
Ayrıca Yeşillerin kampanyalarının merkezinde göçmenlere, Filistin vatandaşlarına ve trans bireylere karşı şefkat ve dayanışma var. Mesela Sarkar’ın “Yeşiller seçmenini ne kadar genişletmek istiyorsunuz; trans haklarını sorgulayan birini partiye kabul eder misiniz?” sorusuna Polanski, her konuda tartışmaya açık olduklarını, ancak partinin temel ilkeleri olduğundan ve bu temel ilkeler arasında transfobiye karşı tutumun da yer aldığından bahsetti. Parti için kırmızı çizgi, bir bireyin trans öznelere kasıtlı olarak yanlış cinsiyetle hitap etmesi.
Mamdani ve Polanski, yakaladıkları ivme açısından da birbirlerine benziyor. Polanski bu ivmeye şaşırmadığını ifade etti, çünkü İşçi Partisi’nin bir felakete yol açtığını vurguladı. İşçi Partisi’ni eleştirdiği satır başlıkları arasında bu hafta meclise sunulan iltica politikası beyanı ve süresiz kalma izninin 10 yıla çıkarılması teklifi vardı. Polanski, Starmer’ın iltica ve göç hakkında ırkçı, berbat ve şiddete teşvik eden bir tutumu olduğunu söyledi. İşçi Partisi veya Reform arasında tercih yapmaktansa, seçmenin her iki partiyi de reddetmesi gerektiğini düşünüyor.
Yeşiller, henüz birkaç hafta önce meclisteki koltuk sayısını 30 ve 40’a çıkarmayı hedeflediklerini belirtmişti; ancak her geçen gün yaptıkları hesaplarla bu sayının daha da artacağına inanıyorlar. Şu anki mecliste 4 koltukları olduğunu göz önünde bulundurarak bu yeni hedef oldukça iddialı, ancak anket sonuçlarıyla örtüşüyor. Bu açıdan stratejik olarak Reform’la başa çıkmadan evvel, İşçi Partisi’nden bıkmış seçmeni ikna etmek etkili bir tercih olmuş.
Polanski, Mamdani’ye kıyasla belki daha az karizmatik. Ancak akıcı konuşmakta, fikirlerini basit ve anlaşılır bir şekilde paylaşmakta en az Mamdani kadar etkili. Belki Hackney’de genç bir kitleye konuştuğundan olacak, sohbet boyunca yaratıcılığın insan yaşamındaki öneminden sıkça bahsetti.
Bu konuyu ilk olarak yapay zekâ konusundaki fikirleri sorulduğunda açtı. Yapay zekâ ile ilgili teknoloji devlerinin çıkarları doğrultusunda kararları vermeyi reddettiğini ama yapay zekâyı insanların hayat kalitesini yükseltecek, bizlerin daha az çalışıp daha fazla kazanmamızı sağlayacak bir araç olarak kurguladığını belirtti. İşçi Partisi’nin kreatif sektörlere ve eğitim programlarına yönelik kesintilerini eleştirdi; sanatın bireysel olarak gelişmemiz için şart olduğunu savundu.
Gecenin asıl konusu internet olduğundan dolayı Sarkar, Polanski’ye internetin çocukluk dönemini nasıl etkilediğini sordu. Yahudi bir çevreden gelen ve eşcinsel olan Polanski, kendi topluluğunu internet üzerinden bulduğunu söyledi. İnternet kadar kamu alanlarının da kalitesizleştiğini belirten Polanski, Muhafazakâr hükümetin kemer sıkma önlemlerinin bu tabloya neden olduğunu ileri sürdü. Tasarruf konusunda zor kararların yaşlılar, engelliler ve çocuklara yönelik olmasındansa zenginler üzerinden verilmesi gerektiğini ifade etti.
Sarkar’ın son sorusu, Polanski’nin iyi yaşam konusundaki vizyonuydu. Polanski, iyi yaşamın sevdiklerimizle vakit geçirmekten ve şefkatten geldiğini izah etti. Bu şefkat sadece mültecilere karşı değil, aynı zamanda birbirimiz için de olmalı. Yeşillerin temel vaatlerinden biri olan evrensel temel gelirin, şefkati esas alan bir politika anlayışının uzantısı olduğunu dile getirdi. Önümüzdeki günlerde şefkat politikasının, hayat pahalılığından ve siyasi istikrarsızlıktan yılmış bir seçmeni ne kadar harekete geçireceğini göreceğiz.
Polanski’nin liderliğindeki Yeşiller, çok yüksek ihtimal 2029 seçimlerinde hükümetin başında olmayacak, çünkü İngiltere’deki tek turlu çoğunluk sistemi, en çok merkez partilere fayda ediyor. Ancak, Reform tehditlinin her gün arttığı bir ortamda mecliste progresif fikirleri gerçek anlamda temsil edecek bir parti, şu an ki düzeni şüphesiz sarsacak.
*Eran Sabaner Kalaora: 1997 İstanbul doğumlu. 2019 yılında ABD’deki Tufts Üniversitesi’nde sanat tarihi, film ve medya çalışmaları okudu, bitirme tezi Madeline Caviness tez ödülünü kazandı. Yüksek lisansını Goldsmiths, University of London Görsel Kültür bölümünde, İrit Rogoff süpervizörlüğünde tamamladı. Yazıları, Sanat Dünyamız Argonotlar ve Avlaremoz’da yayımlandı.

