Ana SayfaYazarlarİşkenceci memuruna müebbet veren devletten bugünlere...

İşkenceci memuruna müebbet veren devletten bugünlere…

2008’de önce karakolda, ardından cezaevinde gördüğü işkenceyle hayatını kaybeden Engin Çeber’in davası beş yıl sürdü ve sonuçta Yargıtay iki gardiyanla bir müdür yardımcısının müebbet hapis cezalarını onadı. Adalet Bakanı daha müfettiş raporu aşamasında devlet adına aileden ve Türk halkından özür diledi. Önceki gün Diyarbakır Emniyeti’nden sızdırılan işkence görüntülerine karşı sergilenen devlet tutumu ise köprülerin altından ne suların aktığını bir kez daha gösterdi.

Bu ülkede bir zamanlar “işkenceye sıfır tolerans” diyen ve bunu uygulayan bir devlet olduğunu hatırlayanların çoğu, o devletin, işkence yaptığını saptadığı memurlarına müebbet hapis cezası verdiğini (ve onların hâlâ cezalarını çekmekte olduklarını) hatırlamaz… Siz hatırlıyor musunuz?

Hatırlamaz, çünkü yedi yıl önce gerçekleşen ve Uluslararası Af Örgütü’nün “tarihi” diye nitelediği bu olağanüstü gelişme, solu dahil basın tarafından sıradan bir olaymış gibi geçiştirilmişti.

Cezasızlığın kural olduğu bir ülkede işkenceye karşı mücadelenin en önemli veçhelerinden birini teşkil etmesi gereken “somut cezalandırma pratiklerini teşvik” yerine o pratikleri böyle soğuk bir tutumla karşılamayı anlamak çok zor.

Yedi yıl önceki “İşkenceye müebbetin haber değeri bu kadar mı” başlıklı yazıda işte bu tuhaf soğukluğu ele almıştım. Hem olayı hem de basının tutumunu o yazıdan biraz uzunca bir alıntıyla hatırlayalım:

Yargıtay’da kesinleşen müebbet kararları

“Engin Çeber İstanbul’da arkadaşlarıyla birlikte dergi dağıtırken gözaltına alınmış, karakolda ve Metris Cezaevi’nde uğradığı işkenceler sonucunda 10 Ekim 2008’de ölmüştü.

Beş yıl süren yargılama sürecinin sonunda Yargıtay, geçtiğimiz 11 Kasım’da (2013) mahkemenin kararlarını onayladı. Böylece, iki infaz koruma memuru ile cezaevi ikinci müdürü hakkındaki ‘müebbet hapis’ cezaları kesinleşmiş oldu.

“Uluslararası Af Örgütü’nün resmi web sitesinde haber, ‘İşkence suçuna cezasızlığın kaide olduğu Türkiye’de ilk kez böyle bir karar veriliyor’ denildi ve sonuç ‘tarihi’ olarak nitelendi.

“Kararı ‘tarihi’ kılan bir başka nokta da, işkenceye karışmadığı halde ‘göz yummak’tan ikinci müdürün de aynı cezaya çarptırılması…

“Peki, bu tarihi gelişmeye biz gazeteciler hak ettiği önemi verdik mi? Hayır, vermedik.

“Düşünün: Geçmişe göre hayli azalmış olsa da, Türkiye’de işkence ve benzeri insanlık suçlarına yeltenenler hâlâ var ve onları bu yönde cesaretlendiren en önemli etken ‘cezasızlık…’

“Sonra bir gün, yargıdan, işkenceye yönelebilecek başka görevlileri caydırıcı nitelikte ‘tarihî’ bir karar çıkıyor…

“Böyle bir durumda, bu ülkenin medyasının, gelişmeyi, kararı duymayan bir tek devlet görevlisinin kalmayacağı bir yoğunlukla ve günlerce izlemesi, tahlil etmesi elvermez miydi?

“Her şey bir yana, bu biraz da kendi emeğine saygıyla ilgili bir mesele… Çünkü, ‘cezasızlık’ ile mücadelede bir nebze olsun bizi olumlu düşünmeye, iyimserliğe sevk edebilecek bu sonuçta medyanın da önemli bir katkısı oldu.

“Galiba yine, gazeteciliğin olumludan ziyade olumsuza, iyimserlikten çok kötümserliğe meyyal karakterinin bir tezahürüyle karşı karşıyayız… “

İşkenceyi kabul edip özür dileyen bir devlet

Tabii bu tuhaflığın tek nedeni gazetecilerdeki tuhaflık değildi,  işkenceci memuruna müebbet hapis cezası veren devletin “şeriatçı” bir hükümet tarafından yönetiliyor oluşunun da payı vardı bunda. Ona dair olumlu bir gelişmeyi abartmanın ne gereği vardı! (Bir süredir, AK Parti’nin bir devlet ve tek adam partisi haline gelmiş bugünüyle dününü kıyaslayıp “iki AK Parti” tahlilleri yapanlar, dünü yaşarken AK Parti’yi bugünkü AK Parti gibi değerlendiriyorlar, onda hiçbir olumluluk bulamıyorlardı. Yukarıda zikrettiğim “soğukluğun” bu özcü bakış açısıyla da bağlantılı olduğu muhakkak.)

Fakat işte, o “şeriatçı” hükümetin adalet bakanı (Mehmet Ali Şahin) sürecin başında, olayın gerçekleştiği 2008’de “sinir bozucu” bir şey daha yapacak, devlet adına işkenceden dolayı özür dileyecekti:

“Bana ulaşan bilgi çerçevesinde konuşuyorum. Devletim ve hükümetim adına, hayatını kaybeden vatandaşımızın yakınlarından özür diliyorum. Bu işin sorumluları kimse, sonuna kadar gidilerek yasaların öngördüğü ceza ile mutlaka cezalandırılacaklar. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Böyle bir olayın Türkiye’de ve İstanbul’da bir ceza infaz kurumunda meydana gelmiş olmasından dolayı bir Adalet Bakanı olarak üzüntüm sonsuz.

“O koğuşta kalan hükümlü ve tutukluların bilgilerine de başvuruluyor. Onların da bildiklerini ve gördüklerini çok açık şekilde müfettişlerimize vermelerini istirham ediyorum.” (Hürriyet, 15 Ekim 2008).

Görüyorsunuz, bu işlerin klasiği olan “bağımsız yargı olaya el koymuştur, benim bir değerlendirme yapmam doğru olmaz” demiyor adalet bakanı. Tam tersine, olayın bütün boyutlarıyla ortaya çıkması için maktulün koğuş arkadaşlarını cesaretlendiren, “korkacak bir şey yok” diyen bir bakanla karşı karşıyayız. O yargı kararı ancak böyle bir adalet bakanının varlığında öyle çıkabilirdi.

Diyarbakır’daki işkence görüntüleri ve devlet

Biliyorsunuz, önceki gün çok acayip bir şey oldu: Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nde kaydedilmiş bir işkence seansı, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Mersin milletvekili Olcay Kılavuz’un danışmanı Emre Soylu’nun görüntüleri Twitter hesabından işkenceyi överek paylaşması sayesinde ortaya çıktı.

Doğrusu ya, ben hadi bakalım bunu nasıl tevil edecekler diye düşünürken ağzımın payı Diyarbakır Valiliği tarafından verildi: Şüpheli, polis otosunda ağzında sakladığı jiletle polise saldırmıştı, o nedenle, Emniyet’e intikalden sonra üzerinde başka jilet aranmak istenmiş, fakat direnince “orantılı bir güç” kullanılarak elbiselerinden arındırılmıştı.

Benzer bir açıklamayı İçişleri Bakan Yardımcısı ve Bakanlık Sözcüsü İsmail Çataklı da yaptı ve Türkiye’nin “işkenceye sıfır tolerans” gösteren bir ülke olduğunu söyledi.

Şimdi koca bakanlık sözcüsü “sıfır” diyorsa sıfırdır diyeceksiniz ama doğrusunu isterseniz beni hiç rahatlatmadı bu açıklama.

Devletin bir açıklamasına inanmak için açıklama işte 2008’deki gibi olmalı: Adaletin tecellisi için herkesi göreve çağırmalı ve söylediğinde samimi olduğuna inandırmalı.

Anadolu’da samimiyetle sahte tutumu ayırt etmek için “biz gel oturu da geç oturu da anlarız” derler. İki açıklama arasında bir gel otur-geç otur farkı apaçık görünüyor bana.

O işkence hadisesinin adalet yolculuğu Mehmet Ali Şahin’in söz verdiği gibi başladı ve bitti. Bugün gördüğümüz ise yola ilk adımını bile atamayan bir adalet yolculuğu…

Bu yazıyı okuyup da, “O olayda dergi dağıtan birinin işkenceyle öldürülmesi var, burada ise polis öldürmüş birinden söz ediyoruz, arada büyük bir fark var” diyenler var mı bilmiyorum. Varsa, bu yazının onlarla hiçbir ilgisi yok zaten. Sözüm, “işkence işkencedir, aması olmaz” diyenlere…  

- Advertisment -